adamın ayakları 10'u 10 geçiyodu, kadınınkilerse tam 12'ydi. aralarındaki saat farkından mıdır bilinmez konuşmak için doğru zamanı bir türlü yakalayamamışlardı. kadının çamaşır suyuna alışık olmayan burnu, soğuk havayı kırmaya çalışan sigara dumanını teneffüs ediyordu. adam kadını; az önce yaktığı sigarasının neden rastgele ve alelacele alındığını tahmin etmişcesine süzüyordu. kadın sigarasını, acısını bastırmak ve tek başınalığını anlamlı kılmak için içtiğini farkında değilmiş gibi yapıyordu. üzgündü kadın ve bir paket sigarayı ucu ucuna ekleyererk içecek kadar da kızgın. elinde olsaydı aklından geçen yüze basıverecekti hepsini. o isteği anladı adam ve o yüzü hayal etti kadınla birlikte. kadının gözlerindeki büyüyüp küçülmelerden diğer adamın yalancı ve yakışıklı olduğunu anladı önce. neyse der gibi baş çevirmesinden de yaptığı hataları sürekli tekrarladığını ve kadının bunları hep içine attığını. ardında da suçu kendinde arayışını...sevmişti ve yenilmişti kadın. "keşke bir galip aramasaydı şu ikili ilişkiler" diye geçirdi adam içinden ve kadını düşünmeyi bırakıp kendi yenilgilerinde bellek taraması yapmaya başladı. o güne kadar onu evine eli boş gönderen elleri tuttu, gözlere baktı, saçları kokladı bir kez daha. hepsine okkalı bir küfür savurmak yerine neyse der gibi başını çevirdi o da kadın gibi. gözlerinin kapalı olduğunu, kadın bir nefes daha çekince fark etti adam. sonra yüzünde ani bir tebessüm belirdi gözlerinin içini de güldüren. anlamıştı kadın. o da adamla birlikte hayal etmiş ve olan biten ne varsa "boşver" demişti. birbirlerinin teselli ikramiyesi olmuştu ki tebessümleri; yoldan feryad figan geçen ambulansın sesiyle irkildiler. acele ile ecele giden ve atasözünü haklı çıkaran vasıtayı herkesin yaptığı gibi, gözden kayboluncaya kadar izlediler. sonra bakışları aynı şeritte kesişti. ikisi de saate bakma dürtüsüyle kollarını kaldırdılar. saat 1.12'ydi. ne zamandır burada olduklarını düşündüler ama bilemediler. sadece tek sigaralık zamanları olmuştu ve hiç konuşmamışlardı. ama çokça anlaşmışlardı. kadının gözünden bir damla yaş düştü. sigarası sönmüştü artık.
adamın ayakları o'nu 10 geçiyordu, kadınınkilerse tam o'nikiydi. geç kalmışlardı, birbirlerine...
writer's cut
oysa kadının sigarasını aceleyle ve rastgele alması o kadar da masum temeller atmamıştı. adamın kadının gözlerinde gördüğü acıdan daha çok pişmanlıktı. hayal ettiği yüze basmak istediği sigaralar değil de savurduğu bıçak darbelerinin belleğinde bıraktığı flash back'lerdi. kadın cinayeti 10'u 10 geçe işlemişti ve oraya geldiğinde saat tam 12'ydi. zaman durmuştu kadın için. ta ki ambulans çığlıklarını duyduğu 1.12'ye kadar. ondan önce de tek bir sigaralık vakit geçirmişti adamla. idam mahkumunun son isteğini yerine getirdiğini bilmiyordu adam. kadının az önce geçen ambulansla bir ilişkisi olduğunu nereden bilebilirdi ki...
28.12.2011
31 Aralık 2011 Cumartesi
25 Aralık 2011 Pazar
uykusuzdum ve garson korhan abay'a benziyordu...
garson korhan abay'a benziyodu, karşımdaki kadın da teyzemin 15 sene sonraki haline. trendeydim. bira yerine kahve içiyordum. hastalığım henüz geçmemişti. ilaçlarımı yanıma almış eskişehir'e doğru yola çıkmıştım. yazılarımın olmazsa olmazı güneş solda yükseliyor ve tüm samimiyetiyle iyi bir hafta geçireceğimi söylüyordu. ağaçlar dilsiz kalmış, yapraklar kış uykusuna yatmıştı. yeşillikler arasında tek başına kalmış şirin ev, bacasından tüten dumanla makiniste selam duruyor, sırtını döndüğü için gizemli bir hal almış olan kadın, clint eastwood ışığında yüzünün ipuçlarını veriyordu. etrafa bakınmayı sürdüren ben yazının devamı için kullanacağım kelime ve cümleler arıyordum. aradıklarım tuzlukta da olabilirdi, ekmek sepetinde de, ray restoranın fiyat listesinde de... her an her saniye binlerce kelime geçiyordu etrafımdan ama ben göremiyordum. üstüne yol yapılmayı bekleyen demir yığınları güneş ışınlarını kırıyordu. ben de kendime uyumak için yol yapıyor, erken kalktığımı ve hastalığımdan ötürü yorgun olduğumu anımsatıyordum. üst üste esnemelerle de ısrarcı olduğumu kanıtlıyordum. derken kanıtlara kayıtsız kalamadım ve kalkma zamanımın geldiğini düşünüp korhan abay'a benzeyen garsondan hesabı istedim. hesap geldi, bahşiş yerine esnemelerimi ve yorgunluklarımı bıraktım. garson: "gerek yoktu, aynılarından bende de var" deyince şaşırdım. gerçekten uykusuz ve yorgun olmalıydım. paltomu giydim. 4. perona doğru ilerledim. geçerken garsona: "benimkiler seninkileri döver ama" dedim. cevap vermedi. içimden "bi de verseydin" dedim ve gittim. aklımda kalan garson görseli hala korhan abay'a benziyordu. bundan sonra garsonlar da benim için ikiye ayrılıyordu; korhan abay'a benzeyenler ve korhan abay'a benzemeyenler...
16.12.11
16.12.11
ben, kendim ve sevgilim...
şimdi, şu anda, yatağında uzanmış güneşin girdiği camlara bakarak birkaç gün sonrasını hayal ediyosun. üzerinde hastalığından kalma yorgan ve uzun süre yatmaktan peydah olmuş bel ağrısı... yanında hastalık kokusu sinmiş boş pet şişeleri, 2 gündür soyulmayı bekleyen sabırlı mandalin ve okumaya başlamadan önce daha iyi çıkacağını umduğun bir kitap. 20 kişilik koğuşta tek başınasın ve kapı üzerine kilitli. Bu yüzden hayallerinin bir süre yalnız gezebileceğini bilmek sana huzur veriyor. tam o sırada hayallerin kargodan ayakkabılarını alıyo ve trene binmek için yola koyuluyor. hangi tren olduğu önemli değil çünkü trene binmek sana huzur veriyor. biniyosun ve doğruca yemekli vagona gidiyosun. seni bayağıdır bekleyen 50'liklerin açılmasını emrediyosun. tren kalkarken sen de elindekini kaldırıyosun ve çok özlenmiş bi oh çekiyosun. etrafı izlerken yansıyan camda yüzünün güldüğünü fark ediyosun. güldüğünü görünce daha çok gülüyosun. gülücüklerin raydan çıkmadan akşamı düşlemeye başlıyosun. onunlasın, sevgilinle... ona sarılıyosun, onunla uyuyosun ve gerçekten huzur dolusun. kurduğun hayaller çok basit eylemlerden oluşuyor olabilir. ama o kadar çok özlemişsin ki bu basitlik sana normal geliyor. sarılmak ve uyumak. bu kadar net, saf ve bu kadar yalın. sonra iki biranın verdiği mutlulukla koltuğuna dönüyosun. koltuğu iyice yatırıp gözlerini kapatıyosun. açtığında kendini yine koğuşta buluyosun. kapı hala kilitli. düşlerine kimsenin ortak olmadığını görüp rahatlıyosun. içinde birikmiş bi gaz sancısı, camda bugünlük bu kadar dediğin hayal kırıntıları ve istirahatinin bitmesine 40 dakika kaldığını söyleyen mr. casio ile birlikte oradasın. 20 kişilik koğuşta tek başına... o an için tek gerçekliğin o olduğunu anlıyosun, gelecek geçmişten daha iyidir deyip kendi avuntularında başrolü kapıyosun.
15.12.11
15.12.11
doğa için yaz...
4-6 nöbetçisiyim. saat 4'ü 6 geçerken yanımdan da vardiyesi bitmiş tersane işçileri geçiyo. sıcak yataklarına gidip uyuyacakları için onları kıskanıyorum. nöbeti devraldığım nöbetçiler de yataklarına gidiyo. onları da kıskanıyorum. aklımda epica ödülü almış işler var, onları da kıskanmadan edemiyorum. yanımda hitler'e benzeyen bir miyav var. tüylerini ve patilerini yalıyor. bu yüzden onu kıskanmıyorum. hitler'e benzemesi de bu kararımda etkili oluyo. içerde uyuklayan nöbetçi subay var. hayatı boyunca yediği küfürlerin çokluğu nedeniyle onu da kıskanmıyorum. kimse o kadar küfür yemek istemez. paslanmış olsa da işe yarayan bisikletler nemli asfaltta dinleniyor. kime ait oldukları çok da önemli değil bi havaları var. umursamazlar. dinlendikleri, umursamaz oldukları ve kime ait olduklarını önemsemedikleri için onları da kıskanıyorum. neden sonra kime ait olduğumuzu düşünmeye başlıyorum. hayatımızı hep bir şeylere ait olarak geçiriyoruz diyorum. bir insana, nesneye, takıma, belki tanrıya, renge, kine, ideolojiye, markaya, paraya, özellikle paraya... sonra çalışmaya, uyumaya, gezmeye, müzik dinlemeye, alışveriş yapmaya, film izlemeye, içmeye, yemeye, sevmeye, ölmeye... yani aklın ve kavramların hegemonyasında mutlak bir oligarşi oluyo yaşamak dediğimiz şey. ait sahip paradoksunda med cezirler cehennemi. hayat işte. en sonunda o mu seni kovuyor yoksa sen mi hayattan istifa ediyosun? hayatverenin hep sana bunu sorgulatıyor. oysa sen, seni olduğun gibi kabullenecek birini arıyosun. tam o sırada kafanı kaldırıyosun. senin geldiğin toprağın kokusunu duyuyosun, aldığın nefesin emekçisini görerek. tenine vuran hafif rüzgarı şiddetle hissediyosun. mutlu bi oh çekiyosun. evrenini ruhu ve dili onlar diyosun. salt senken onlarla aynı dili konuşabileceğini fark ediyosun. sen; olduğun gibi, çıplaksın. toprağa karışmak istiyosun ve doğayı seviyosun. en çok da onu kıskanıyosun...
7.12.11
7.12.11
1 Aralık 2011 Perşembe
benim hala siesta'larım var...
saçlarım uzamıştı, berbere gitmemiştim. gitseydim billy bob thornton kılıklı bir herifin saçımı kesme ihtimali %50'ydi. bulutlar gökyüzünde adım atacak yer bırakmamış, tam hava pres uygulamıştı. baskı sonuç verirse bir ahmak olabilirdim. turuncudan kırmızıya raks eden alarm akbank'dan çok coca cola kırmızısıydı. moulen rouge, spielberg, sin city ya da heidi yanağı kırmızısı da olabilirdi. kasımın sonlarıydı ve kadımda aşk başka değildi. ama kasımda başka olmayan aşk da kırmızıydı. Red sox'un en son ne zaman şampiyon olduğunu bilmiyordum. zaten beyzbolla bir alakam da yoktu. hiç beyzbol sopam olmamıştı. sopası olanlar, yeniden yorumladıkları oyunda önce abayı sonra sopayı gösterdiklerinden bizim oralarda beyzbol oynamak biraz tehlikeliydi. eldiven belki yoktu ama topun olmadığı kesindi. bu yüzden amerikalı yazarların çocukluğuna inemediğim de kesindi. komutanların gazetelerini bisikletle dağıtmamıştım zaten. bisikletim yoktu. komutanların da gazeteleri alıcak köpekleri yoktu. bir amerikan sabahından çok ispanyol sabahının izleri vardı. hava güneşliydi, pazartesiydi, ve aklıma javier bardem gelmişti. işsizdim, umursamazdım, rahattım. ama dilediğim gibi bira içemiyordum. (ispanyol meyhanesinde değildim) sakallarımı da uzatamıyordum. geleceğin parçalı bulutlu havası henüz üstüme çökmemişti. bir ispanyol rahatlığıyla aklımı siestaya almış muson yağmurlarını erteliyordum. gelecek kaygılarımı taa taş devrinde bırakmıştım. oysa onlar yontma taş devrine çoktan geçmiş, şekillenmiş ve büyümüşlerdi. savaş yakındı ve kaçınılmazdı. artık bir beyzbol sopası edinmeli ve savaşa hazırlanmalıydım. karşılamam gereken bir sürü atış vardı. ispanya'nın güneşli sabahları yerinin vahşi ve sevimsiz amerika sabahlarına bırakmak üzereydi. benim aklım hala siesta'daydı...
28.11.2011
28.11.2011
20 Kasım 2011 Pazar
güncel...
deniz anaları çin'in iş gücünü tehdit edecek kadar fazlaydı ve bu durumdan tedirgin olan pasifiğin tüyleri diken dikendi. Wall street işgalinden hemen sonraydı, deniz güneşi yüzüme tutuyordu dersle alakası olmayan çocuğun saatiyle yaptığı gibi. Haftasonuydu. o çocuk muhtemelen çizgi film izlemek yerine yine derse giriyordu. ve dersle yine alakası yoktu. (olmasındı) kendini yine evde unutmuştu. (unutsundu) oysa işgalcilerin ve depremzedelerin kendilerini unutacak bir evleri yoktu. bazılarının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığı gibi kadının adı hala yoktu, şiddeti çoktu. cani kocaların iyi hal indirimi almasından heveslenenler bu fırsatı kaçırmayacaklardı ve "yüzde 99" onlar da iyi halden yararlanacaktı. N.Ç artık 21 yaşındaydı. adalet bakanı istifa etmemişti. yök başkanı da etmemişti. van valisi niye etsindi? biber gazları ve coplar henüz tükenmemişti. ekonomik kriz bizi teğet geçmişti, ama "kalp krizi" geçmemişti. hopa'da bir emekliyi hayattan emekli etmişti. Hrant hala yerdeydi, ayakkabısı hala delikti. kurşun adres sormuştu, onlar da söylemişlerdi. golü atan belliydi, asist yapan anonimdi. anonime alışık halk edebiyatına "festus okey" değildi. kimse onun için üzülmezdi. o kimseyi "üzmez"di. bir çocuk masumdu, sonra kirlendi. şimdi aklı nasıl dersinde olsundu. afili bir filintanın dediği gibi "devrim ihtimaldi, güzeldi". biz mi? biz hala Dersim'izi alamamıştık. almaya da niyetimiz yoktu, kendimizi evde unutmak hoştu...
19.11.2011
19.11.2011
kiss kiss bank bank!
kasım ayına göre fazla cömertti güneş. belki de ayın ilk gününü kutluyordu. onun bu tavrını görmezden gelmek nankörlük olacağından paltomu çıkarıp bankın üzerine koydum bende. bankın tahtaları bile ısınmıştı. O da vidalarını çıkardı sırtından, koydu bir kenara. giderse güneş tekrardan takacaktı. ben de paltomu giyecektim tabii. anlaşıvermiştik bankla. beraber hareket ediyorduk, oysa hiç konuşmamıştık. bankları severdim. birlikte yatmışlığımız, içmişliğimiz, ağlamışlığımız vardı. seni bazen çok iyi anlarlardı ve en önemlisi de beklerlerdi. sen yalnız geldiğinde daha bir sevinirdi banklar. yanında biriyle geldiğinde unutuverirdin çünkü onu. bir hal hatır sormadan kalkıp giderdin yanından. içerlemezdi, kin tutmazdı o, "yine gelir" derdi. yine gelirdin sende. yalnız. belki birilerinin seni terkettiğini söylerdin, ya da o anlardı sen sustuğunda. en derindeki dertlerine sondaj yapardın, en ağır küfürleri sıralardın. o susar, sakince dinlerdi. seni de sakinleştirirdi sonra.o zaman daha dingin kalırdın uzaklara bakarken. biraz da onun derdini dinleyeyim derdin. dinlerdin de. ve şaşırırdın bu kadar içinin kabardığına ama belli etmediğine. senden çok vardı, şaşırmamak lazımdı bu duruma. sen susardın - o zaten sakindi anlatırken de- ve birbirinizi anlayarak bakardınız güneşe. bulutlar keyfinize dur derken, sen paltonu, o da vidalarını takardı sırtına. bir daha görüşmek üzere ayrılırdınız tebessümle, şimdiden özleyerek...
1.11.2011
1.11.2011
asri zaman çöpçüsü...
çarlık rusya'sında bir saray entrikasıyım, gizlice alınmış bir nizamülmülk kararıyım, dinmeyen bir hasan sabbah kiniyim, asla yarım kalmayan hayyam şarabıyım, akıllardan çıkmayacak bir şirin tebessümüyüm, çok canlar yakan terken hatun planıyım, adına rubailer yazılan cihan'ın gece çıplaklığıyım, şairin yarım bıraktığı şiirin ve de devrimin son tahliliyim, 1 dakikalık saygı duruşlarından sonraki uğultuyum, tek seferde kapanmayan kapıyım, pazartesi sanılan perşembeyim, ataçlı ilkokul defterinin kenar süsüyüm, bütün bunları okurken transatlantik sularında gömülenlere üzülen bir tek ben miyim?
ben; şafakları süpüren asri zaman çöpçüsü, gölcük tersanesinde mal bi muhafızım. boş silahla nöbet tutuyorum, retorik sorularla yazıyı bulmaya çalışıyorum. sanırım rahat askerlik yapıyorum...
10.11.2011
ben; şafakları süpüren asri zaman çöpçüsü, gölcük tersanesinde mal bi muhafızım. boş silahla nöbet tutuyorum, retorik sorularla yazıyı bulmaya çalışıyorum. sanırım rahat askerlik yapıyorum...
10.11.2011
6 Kasım 2011 Pazar
ben pazartesi; nasılım?
şeker erimelerinde sabah kayboluşları... çayı karıştırırken dalıp giden insanlardan oldum iyice. gece boyu yağmurla sevişmiş toprak, bir pazartesi sabahına göre fazla güzel kokuyor. sevişme sonrası kıçımı koyacak yer bile bırakmamışlar. gerçekten ateşli bir gece olmuş. neyse ki birkaç parça uykusuzluk üzerinde kıçımı soğutabiliyorum şimdi. az önceki muhteşem sessizlğin esamesi henüz anaokulu sıralarında. iş makineleri ve arabalar insanlardan bile kaba. mutsuz evlerden sendrom sokaklarına hücum eden dertlere derman yok. genel anlamıyla pazartesi çok konuşuyor. bu yüzden sevilmediğini anlamak kolay. üstelik müşkülpesent bir kralcının şikayet hastalığı kadar gerekesiz ve sevimsiz. çok konuştuğu için kaybedenlerden. kaybedenler sevilmiştir oysa bu topraklarda. ben de kaybediyorum sanki; gürültücü bir pazartesi gibi görülüyorum sevgili tarafından. susayım bari diyorum ama hangi sesi bastıracağımı bilemiyorum. (gerçekten pazartesiyim) susmak için düşünmemek lazım diyorum ve aklımı gezintiye çıkarıyorum. kısa sürüyor pazartesi gezmesi. pazartesi gezmesi mi olurmuş diye kızıyorum kendime. kaçamıyorum bir türlü. sevgiliyi düşünmekten kaçmaya çalışmak, düşünmekten daha zor geliyo. kaçarken korkuyorum çünkü ve her seferinde de yakalanıyorum. en azından elindeyken korkmama gerek yok diyorum, çaresiz teslim oluyorum...
10.10.2011
10.10.2011
şehir balık kokuyordu, ama balıklar yoktu...
güneşi ilk kez bu kadar çaresiz görüyorum. dolunay kisvesinde ışınlarını saklamış, ara ara kendini tedirgin bir şekilde gösterip kayboluyor. sanki bir suç işlemiş, suçu da ayın üstüne atıyomuş gibi. kimse bu saatte ayın olmıyacağını bilir halbuki. gerçekten insanlara çok uzak olduğunu kanıtlıyor güneş. onları kolayca kandıracağını düşünüyor. oysa insanlar kendilerini kandırmakla meşguller zaten. (asırlardır) balık tutuyorlar akıllarınca ve gerçekten de tutuluyorlar balıklar tarafından karınlarını doyurdukları için. oldukça ciddiler ki dalga yapanlara isyan ediyolar kısmetlerini kaçırdıklarından gerek. dalga yapanlarsa gerçeği biliyolar, o yüzden hiç umursamıyolar serzenişleri. daha fazla dalga yaparak uzaklaşıyolar, dalgaların sesi uzaktan hoş geliyor. martılar da bir tablo ya da fotoğraf karesine girmek için ordalar sanki. onlar da kandırıyolar balıkçıları. martılar en önemli ipucuydu halbuki burada balıkların olduğuna dair. yanlış iz sürmüş anlaşılan balıkçılar. onlar da güneş gibi amatörler. bu yüzden anlaşıyor olmalarını anlamak zor değil. zor olan güneşin ne zamandır yalan söylediğini anlamak. arka masadaki 700 yıldır çeneleri yoran muhabbet kadar eski mi mesela? ya da balıkçıların varlığı kadar. bilemiyoruz şimdilik. 150 metre sağdan habersizce geçen dostlar gibi saklanıyor gerçek ve başka şehirlere kaçıyor demirlerin soğukluğunda, başka dostlarla dolu eski bir şehre. kızdığımdan ya da üzüldüğümden değil sadece yalnız olduğumdan soruyorum bunları. güneş eski bir şehirde batarsa diye diyorum; "gerçeği ben biliyorum".
29.10.2011
29.10.2011
29 Ekim 2011 Cumartesi
kaç!
kaç kişi daha cam buğusuna sevdiğinin ismini yazdı kalbin yanına
kaç çocuk üşüdü camların buğulandığı bu sisli havalarda
kaç kişi yollardan döndü sisli havaların görüş mesafesinde
kaç aşk mesafe tanımadı ve sırılsıklam oldu bu sonbahar yağmurlarında
kaç bank yalnız kaldı tanımadığı hayaller arasında
kaç hayal kırıldı bir ressamın tablosunda ve kaç sergiyi gezdi hüznün imzasıyla
kaç hüzün daha efkarlandı sigaranın dumanında
ve kaç kaç bitecek hayat bütün bu oldu bittinin arasında...
15-19.10.2011
kaç çocuk üşüdü camların buğulandığı bu sisli havalarda
kaç kişi yollardan döndü sisli havaların görüş mesafesinde
kaç aşk mesafe tanımadı ve sırılsıklam oldu bu sonbahar yağmurlarında
kaç bank yalnız kaldı tanımadığı hayaller arasında
kaç hayal kırıldı bir ressamın tablosunda ve kaç sergiyi gezdi hüznün imzasıyla
kaç hüzün daha efkarlandı sigaranın dumanında
ve kaç kaç bitecek hayat bütün bu oldu bittinin arasında...
15-19.10.2011
içimde bi...
debisini hesaplayamadığım nehirlerde yüzüyor kelimelerim ve şelaleye doğru yaklaşıyor sürüklenerek. önüne geçen yok, itiraz eden ya da kurtarmaya çalışan yok. ama yine de aşağıya düşme sahnesinde kamera bir aksiyon filmi klişesinde bir bol köpüklü şelaleye, bir kelimelerimi taşıyan ilkel su taşıtına kesiyor. birazdan görkemli gondor ailesinin devasa heykelleri arasından süzülerek son cümlelerini kuracaklar için her geçen saniyenin önemi artıyor. sevdiklerime söylenecek son söz başına 1 saniye düşüyor. kötü değil. ama onların söyleyecekleri için vakit yok. işte bu kötü. en azından son sözü senin söylediğine sevinebilirsin eğer polyyanna ile bir kahve içmişliğin varsa.
sonunda düşüş başlıyor ve beklenenden daha kısa sürüyor. kişi başına düşen son söz sayısı piyasa beklentilerinin altında kalıyo ve yatırımcısını hayal kırıklığına uğratıyor. harfler suyun dibini boyluyor. başka nehirlerde başka hayatlara ait cümleler kurmak üzere tekrardan bir araya geliyor ve suya koyuluyor...
12.10.2011
sonunda düşüş başlıyor ve beklenenden daha kısa sürüyor. kişi başına düşen son söz sayısı piyasa beklentilerinin altında kalıyo ve yatırımcısını hayal kırıklığına uğratıyor. harfler suyun dibini boyluyor. başka nehirlerde başka hayatlara ait cümleler kurmak üzere tekrardan bir araya geliyor ve suya koyuluyor...
12.10.2011
kesik...
moralim bozuk, çarşım kesik, hele bir de sen yoksun ya çok yazık. işte bu. bugünün özeti aslında. sinirlerim ne zmandır ilk kez gün ışığı görüyor. hiç çekilmez bir silüetle hem de. aynaya bakmaya bile sabrım yok. değil kimseyi görmek kendimi bile görmek istemiyorum. deve kuşlarını daha iyi anlıyorum. ama onlar gibi korkmuyorum. aksine cesaret haplarını ardı ardına atmış gibi saldıracak yer arıyorum. öfkemi kusacak kağıt bir de kalem arıyordum. neyse ki onlar şimdi var. harfleri kum taneleri gibi okyanusa dökmek istiyorum. okyanusları dolduracak kadar yazmak istiyorum, durmadan. doldurduktan sonra uzak doğuda bir keşişle çin seddi'ni kum tanelerinden yapmayı planlıyorum. 1,5 milyar kum tanesi yeter mi diye soruyorum; zaman dolu bakışlarda cevabı arıyorum. karpuz kabuğundan gemiler yapan adamdan cesaret alıyorum. içimde gasper noe crononberg ikilisi, şiddet pornografisini bitmek bilmeyen jimmy jib şovlarıyla sürdürüyor.önce yangın yazısının y harfli tüpüyle çocuk seslerini bastırıyorum. kerpetenle 3 haftadır ağrıyan dişimi söküyorum. kimse görmesin diye kanlı meftayı beze sarmayı ihmal etmiyorum ve denize sallıyorum. sonra kendimi bir fransız home party sine atıyorum. uçkur peşinde üç kuruşa aldığım viskiden yudumluyorum.sarhoşluğun denizaltılarında mürettebatı yalnız bırakıp ıslak bir uykuya dalıyorum. uyanıyorum. kokusu burnuma çekilen ezogelin çorbası üzerinde domates kabuğundan çaldığı çavuş rütbeleriyle beni bekliyor.daha fazla bekletmiyorum ve tüm açlığını bavbasına olan kızgınlığıyla bastırmış çocuğa inat, kaşığımı zurnacı düşmanına teslim olmuş çorbaya daldırıyorum. sıcaklık ancak mart ayının güneşi kadar doğruyu söyleyebiliyor. dibi gelmiş saç, asetona hasret tırnak kıvamında. bir amerikalı umursamazlığıyla bir süre seyrediyorum sonra da güzelce mideye indiriyorum. Aptalım. ama karnım doyuyor.muhtmelen son günlerde sosyal medyada en çok konuşulan "aç kal, budala kal" sözünü anımsıyorum. mahkeme soğuğunu yemiş daktilo samimiyetsizliğindeki taziye ilanları gözüme çarpıyor yalnız ve güzel radikal'de. kimsenin tanımadığı, dünyaya faydası var mı yok mu bilinmez birinin ilanı hem de. dünyayı değiştirmiş birinin ölümü var bir de. bir bilişim firması olsam diyorum; bir taziye ilanı da ben öçıkardım gazeteye " dünyamızı değiştirdiğin için teşekkürler" sadece bu. belki de çıkmıştır birileri bir yerde de ben 11'den çıkarıldığını maç saatinde öğrenen bir oyuncu olduğum ve bu sistem içinde oynama(ma)k zorunda olduğum için görmemişimdir diyorum.
burada bir laf var onu da anımsamayı ihmal etmiyorum: "yapcaık bir şey yok, sistem acımasız"... ve ne zamandır izlemek isteyip de izleyemediğim moral bozukluğu ve 31 filminin hatırıma düşmesiyle kala kalıyorum.
08.10.2011
burada bir laf var onu da anımsamayı ihmal etmiyorum: "yapcaık bir şey yok, sistem acımasız"... ve ne zamandır izlemek isteyip de izleyemediğim moral bozukluğu ve 31 filminin hatırıma düşmesiyle kala kalıyorum.
08.10.2011
23 Ekim 2011 Pazar
"içimdeki deniz" vol 2
avuçlarında okyanus sesleri vardı öyle herkesin duyamadığı
ve ben senin gelmeyeceğin güvertelerde bekliyordum seni
dünyanın tüm denizlerini önüne dizmek istedim bir anda
belki onlar söyler senin söyleyemediklerini,
belki onlar anlar avuçlarındaki seslerin dilinden
ben de tüm güverteleri toplarım denizlerin karşısına
ve tüm verilmemiş cevapların bekleyişi son bulur poesiodun'un kıyılarında.
13.10.2011
ve ben senin gelmeyeceğin güvertelerde bekliyordum seni
dünyanın tüm denizlerini önüne dizmek istedim bir anda
belki onlar söyler senin söyleyemediklerini,
belki onlar anlar avuçlarındaki seslerin dilinden
ben de tüm güverteleri toplarım denizlerin karşısına
ve tüm verilmemiş cevapların bekleyişi son bulur poesiodun'un kıyılarında.
13.10.2011
14 Ekim 2011 Cuma
deneme 1-2
sinir katsayımı oyuna yansıtmasaydım belki kazanırdım diye geçirdim içimden ve yansıtmadığım zamanlarda da kazanamadığımı fark ettim. sıkılıyorum. hem de çok. sağır kalmış frankie wilde gibiyim. essaretin bedelini müzik temasıyla teeeekrar çekiyoruz sanki. serçelerin çitlediği çiğdemlerin sesi var. (bizden çok da farklı değiller
aynı sesi çıkarıyolar) dünyanın en sıkıcı meslekler sıralamasının demirbaşlarından kasiyerlerin günde 1 milyon kere duyduğu dıt sesi var. (dıt başına para alsalar hiç fena olmaz) uzaktaki özgür ve mutlu çocukların mızıkçılarınkini bastıran bağırışları var. arkada bir çiftin birbirini anlamamaya hasret kalmış dialogları var. onlara gözleriyle tecavüz ettikleri yetmemiş arsız asker gülüşleri var. çocuğunu darlayan otoriteer anne klişeleri var. vergi indiriminden yararlanılarak alınmış renaultların hırlamaları var.benim bu halimi görmeye alışık olmayan dost ünlemleri var. telefonunu açmayan sevgiliye hazırlanmış kızgın cümlelerin iç sesleri var.hayır diyemediğim için yanıma oturan ter(k)tiplerin soru baladları var. alışveriş poşetleriyle doldurulmuş bagajların kapanma efekti üzerine atılmış boş su bidonlarının soloları var. mr casio'nun yemek vaktini hatırlatan tiz sesi var.karargahtan duyulan ve beni ilgilendirmeyen anonslar var. seksi olmayan topuk tıkırtılarına karışmış kanat dinlendirenler kuşların akşam muhabbetleri var. artık yemeğe gitmem gerektiğini söyleyen karın konuşmalarım var.
müzik yok!
aynı sesi çıkarıyolar) dünyanın en sıkıcı meslekler sıralamasının demirbaşlarından kasiyerlerin günde 1 milyon kere duyduğu dıt sesi var. (dıt başına para alsalar hiç fena olmaz) uzaktaki özgür ve mutlu çocukların mızıkçılarınkini bastıran bağırışları var. arkada bir çiftin birbirini anlamamaya hasret kalmış dialogları var. onlara gözleriyle tecavüz ettikleri yetmemiş arsız asker gülüşleri var. çocuğunu darlayan otoriteer anne klişeleri var. vergi indiriminden yararlanılarak alınmış renaultların hırlamaları var.benim bu halimi görmeye alışık olmayan dost ünlemleri var. telefonunu açmayan sevgiliye hazırlanmış kızgın cümlelerin iç sesleri var.hayır diyemediğim için yanıma oturan ter(k)tiplerin soru baladları var. alışveriş poşetleriyle doldurulmuş bagajların kapanma efekti üzerine atılmış boş su bidonlarının soloları var. mr casio'nun yemek vaktini hatırlatan tiz sesi var.karargahtan duyulan ve beni ilgilendirmeyen anonslar var. seksi olmayan topuk tıkırtılarına karışmış kanat dinlendirenler kuşların akşam muhabbetleri var. artık yemeğe gitmem gerektiğini söyleyen karın konuşmalarım var.
müzik yok!
güneş-heybe
24 yaşımdayım ve bir orson Welles değilim. Yurttaşlık hislerim de sıfırın altında. Tersane işçilerinin aldığı promiller kadar sarhoşum uykusuzluktan ve de yorgunluktan. aklım paranoya devriyeleri atıyo bu aralar. sadece bunun için vaktim var başka bir şey için yok. kim olduğunu bildiğim ayak sesleri var karanlıkta ve kime ait olduğunu bilmediğim yaprak cilveleri. sivrisinekler dans ediyor rüzgar gıcırtısına ve bir şeftalinin tüyleri kadar kaşındırıyolar seni. sivrisinekleri kimse sevmez ve ben de sevmiyorum en az onlar kadar. soğuk bir eylül yağmurunda olmalarına anlam veremiyorum bir türlü. karışık ve yağlı yemek kokuları yükseliyor boş bir işçi masasından; proleteryadan çok uzak. bense göl bozmasına vuran tersane ışığı refakatinde ve metal yığınları arasında kaybolan uykularımı arıyorum, tilki uykusunda göz cimnastiği yapıyorum.....
sonra kendi sorduğum bilmecelerin bilinmeyeni oluyorum, cevabı sivrisinek vızıltısında arıyorum. beynim özgürlük şınavları çekerken "şınav" kelimesini ilk kez yazıya döktüğümü fark ediyorum ve acaba yanlış mı yazdım diye tereddüte düşüyorum. sonradan sevmeye başladığım bir herifin sırtında bunları yazıyorum.
22.09.11
sonra kendi sorduğum bilmecelerin bilinmeyeni oluyorum, cevabı sivrisinek vızıltısında arıyorum. beynim özgürlük şınavları çekerken "şınav" kelimesini ilk kez yazıya döktüğümü fark ediyorum ve acaba yanlış mı yazdım diye tereddüte düşüyorum. sonradan sevmeye başladığım bir herifin sırtında bunları yazıyorum.
22.09.11
element-liman...
başlayalı 10 dakika oldu. "Güvenlik bölük komutanlığı erlerinden mükellef er taylan özgür akçam, 00.00 - 02.04 D kapı nöbetçisiyim, nöbetimde vukaat yoktur komutanım." en azından şimdilik...
Bir ses duydum. sonra iki karartı uzaktan yavaş yavaş focus puller ayaaarı yapar gibi netleşerek bana doğru yaklaştı. Tokyay'la Baysal: Devriyeler. 15- 20 dakika durdulaar. Biraz sohbet ettik, sonra netliklerini kaybederek uzaklaştılar. Solumda bir yol vaar. Çoğunlukla boş. Arkadan arada bir irkilmeme sebep olan jeneratör ya da soğutucu olduğunu düşündüğüm bir zamazingonun motor sesi gidip geliyor. yoldan tek tük arabalar geçiyor. yazdığım her cümleden sonra etrafa bakıyorum. yine baktım. 2 gündür yeşil sahalarda fütursuzca koşuyorum. Bir 3. sünü kaldırabilecek durumda değilim sanırım. Bu yazıyı bir sokak lambasının ışığında yazıyorum. Hafiften de üşüyorum. Bir anda aklıma 317 Şeref geliyor. Onu Mahmut hocanın verdiği paltoyla lambanın altında ders çalışırken görüyorum. Bu sırada yoldan bir bisiklet geçiyor. 2 kişi var. Biri direksiyona oturmuş
diğeri de bu normalmiş gibi pedalları çeviriyo. Bir ses daha... kaaarşı tarafta bir nöbetçi daha olduğunu fark ediyorum. Tellerin arkasında yarın süpüreceğim yapraları tekmeliyor ve onu fark etmeme sebep oluyor. arkamdaki zamazingo yine çalışmaya başlıyo. o çalışırken sürekli telefon çalışıyomuş hissi uyandırıyor bende ve sinirimi bozuyor....
saat 3'ü 20 geçiyo. İlk nöbetim hızlı geçiyo gibi geliyo. İlk 15 dakikada üst üste gelen artçılarla gözlerimi yaşartan esnemeler yerinin sivrisinek ölümlerine bırakıyor. zamazingo yine çalışıyor. ilk nöbetimde silahımın olmadığını fark ediyorum. "come as you are" şarkısın anımsıyorum hatta söylemye başlıyorum. " no i don't have a gun"...dın dın dın dın dın dın dın.... ve şarkıyı tüm silahsız nöbetçilerin şarkısı ilan ediyorum. tam tarihi atacakken bir eylül gecesinde birilirinin doğum gününü kaçırdığımı hissediyorum. Unuttuğum doğum günlerinin pişmanlığı kadar üşüyorum.
10.09.11
Bir ses duydum. sonra iki karartı uzaktan yavaş yavaş focus puller ayaaarı yapar gibi netleşerek bana doğru yaklaştı. Tokyay'la Baysal: Devriyeler. 15- 20 dakika durdulaar. Biraz sohbet ettik, sonra netliklerini kaybederek uzaklaştılar. Solumda bir yol vaar. Çoğunlukla boş. Arkadan arada bir irkilmeme sebep olan jeneratör ya da soğutucu olduğunu düşündüğüm bir zamazingonun motor sesi gidip geliyor. yoldan tek tük arabalar geçiyor. yazdığım her cümleden sonra etrafa bakıyorum. yine baktım. 2 gündür yeşil sahalarda fütursuzca koşuyorum. Bir 3. sünü kaldırabilecek durumda değilim sanırım. Bu yazıyı bir sokak lambasının ışığında yazıyorum. Hafiften de üşüyorum. Bir anda aklıma 317 Şeref geliyor. Onu Mahmut hocanın verdiği paltoyla lambanın altında ders çalışırken görüyorum. Bu sırada yoldan bir bisiklet geçiyor. 2 kişi var. Biri direksiyona oturmuş
diğeri de bu normalmiş gibi pedalları çeviriyo. Bir ses daha... kaaarşı tarafta bir nöbetçi daha olduğunu fark ediyorum. Tellerin arkasında yarın süpüreceğim yapraları tekmeliyor ve onu fark etmeme sebep oluyor. arkamdaki zamazingo yine çalışmaya başlıyo. o çalışırken sürekli telefon çalışıyomuş hissi uyandırıyor bende ve sinirimi bozuyor....
saat 3'ü 20 geçiyo. İlk nöbetim hızlı geçiyo gibi geliyo. İlk 15 dakikada üst üste gelen artçılarla gözlerimi yaşartan esnemeler yerinin sivrisinek ölümlerine bırakıyor. zamazingo yine çalışıyor. ilk nöbetimde silahımın olmadığını fark ediyorum. "come as you are" şarkısın anımsıyorum hatta söylemye başlıyorum. " no i don't have a gun"...dın dın dın dın dın dın dın.... ve şarkıyı tüm silahsız nöbetçilerin şarkısı ilan ediyorum. tam tarihi atacakken bir eylül gecesinde birilirinin doğum gününü kaçırdığımı hissediyorum. Unuttuğum doğum günlerinin pişmanlığı kadar üşüyorum.
10.09.11
3 Mayıs 2011 Salı
selam size nicola ve bart!

"Hayatım boyunca hiç suç işlemedim - hiç hırsızlık yapmadım, kimseyi öldürmedim, kan dökmedim ve suça karşı oldum ve yasaların ve kilisenin meşrulaştırdığı ve kutsadığı suçları ortadan kaldırmak için savaştım ve hatta kendimi feda ettim.
İşte söyleyeceklerim: Bir köpeğin ya da dünyanın en bayağı ve talihsiz yaratığı yılanın, benim suçsuz olduğum şeyler yüzünden çekmek zorunda kaldıklarımı yaşamalarını istemem. Bir radikal olduğum için bana acı çektiriyorlar ve gerçekten de bir radikalim; İtalyan olduğum için acı çektirdiler ve gerçekten de bir İtalyan'ım; kendimden çok ailem ve sevdiklerim uğruna acı çektim; fakat haklı olduğumdan bu kadar eminken beni sadece bir kez öldürebilirsiniz, ama beni iki kere idam edebilecek olsaydınız ve hayata iki kere daha gelebilseydim, şimdiye kadar ne yaptıysam aynısını yapmak için yaşardım."
bartolomeo vanzetti

Selam size Nikola ve Bart
Özgürlüğe inananlar
Her gün doğan güneşle biz
Sizle yola düşeriz
Siyah bulut çökecek, şafak ahmer; parlak soylu kentler düşecek,
tat vermez olacak kan revan vekatmer katmer çözülecek âlem-i makber.
Rençberler, işçiler, gettolar ve tam yerinde serseriler,
zibidiler, mülksüzler alem elinde yürür sokaklarında,
sökük kaldırım taşları, alt üst olmuş sıfatını tanımlar telaşları.
Genç yaşları, külleri savuran anka kuşları, efendilerin artık ödenmeyecek bâcları,
kanat çırpışları imler başlangıçları, göğe yükselmeseler de dikenlidir taçları!

bandista'ya teşekkürlerr...
tayfabandista.org
“Enter”nasyonel...
Banditleri dinleyerek reklamcılık oynamak biraz garip... Biraz kendini sorgulamak, biraz kapital içinde özgürleşmek gibi... her şeyi bırakıp koşma isteğinin klavyenin sınırlarında takılıp kalması gibi... hala gerçek özgürlüğün olduğuna inanan birilerinin olması ve hala onlardan biri olmadığına üzülmek gibi... notalar özgürken harflerin maden işçisi olarak çalışmak gibi... karanlık ve nefes alması zor gibi... ironilerle boca edilmiş dünyada bocalamak gibi... sükunetinin anlamlı olmasını istemek gibi... aslında benim bu işlerle hiç alakam yok demek istemek, diyememek ve diyemeyeceğini de bilmek gibi... Kendi doğanı inkar etmek, inkar ettiğini doğal görmek, doğal gördüğünü normalleştirmek gibi... paradoksları kabullenip çözümü ertelemek gibi...
Uyan!
Ne kadar özgürleşebilirsen işte... O kadar uyan!
Uyan!
Ne kadar özgürleşebilirsen işte... O kadar uyan!
2 Şubat 2011 Çarşamba
Başlığı sonra yazarım...
Diş fırçamı ajanstan bağcılara, sonrasında da mecidiyeköye götürüp, tekrar ajansa götürmeyi ertelediğim zamanlardayım... Tek yapmam gereken 3 saniyelik bir işlemle, diş fırçamı yaz hariç tüm aylarda giyebildiğim ceketimin iç cebine koymak halbuki. Aşırı uykumun geldiği zamanlarda rahatsız koltukta kıvranırken rahat yatağımın beni beklediği gibi, şehir değiştirmeme rağmen hala açamadığım kutularım da, 4. evinde açılma umuduyla yine beni bekliyor. Kutuların içlerinde ne olduğunu bile unuttum. Muhtemelen hepsi ıvır zıvır... Ama yine de atamıyo insan, çok değerli geliyo... 3 yıl boyunca sakladığım sevgilimin mesajları sarı renkli ve kısa süreli samimiyet arenası içinde kaybolduğunda anladım öyle şeylerin değerli olduğunu... Ama mesajların bir kısmı hala hafızamda, telefonun belleğine kaydederken defalarca okumak suretiyle kendi belleğime de kaydetmişim. Hatta oturup biraz düşünsem, çoğunu yazarım gibi geliyo.
Zar zor alabildiğim ehliyeti, sabahın 7’sinde 6 kişinin uyuduğu eve gayet cool bir şekilde giren hırsıza kaptırdıktan sonra tekrar çıkartmadım, ikametgahımı yeni taşındığım evime aldırmadım, yeni derken 5 ay oldu herhalde... Çörek sponsorluğundaki mp 3 playerım 1.5 senedir bozuk, ilk bozulduğunda 1 sene garanti süresi vardı. O bile bitti ama ben hala yaptıramadım... Hala şahsıma ait bi telefonum da yok, almayı da düşünmüyorum galiba...
Acaba sürekli bir şeyleri ertelemeyi durdurmalı mıyım? Bilmiyorum... Onu da bi ara düşünürüm...
Zar zor alabildiğim ehliyeti, sabahın 7’sinde 6 kişinin uyuduğu eve gayet cool bir şekilde giren hırsıza kaptırdıktan sonra tekrar çıkartmadım, ikametgahımı yeni taşındığım evime aldırmadım, yeni derken 5 ay oldu herhalde... Çörek sponsorluğundaki mp 3 playerım 1.5 senedir bozuk, ilk bozulduğunda 1 sene garanti süresi vardı. O bile bitti ama ben hala yaptıramadım... Hala şahsıma ait bi telefonum da yok, almayı da düşünmüyorum galiba...
Acaba sürekli bir şeyleri ertelemeyi durdurmalı mıyım? Bilmiyorum... Onu da bi ara düşünürüm...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)