31 Aralık 2010 Cuma

İçimdeki deniz...

Aroma voleybol liglerinden, dünyanın en iyi raketlerine, motor sporlarından beko basketbol ligine... kendimi bulma çabalarımdan, zoru görünce kaçışlarıma, eskileri pişirme inadımdan, sımsıcak bir palto hayaline... son lahzaları böyle geçti artçı kararsızlıklar yaşadığım bir yılın. Kendimi nasıl bir dünyada hayal ettiğimi hala bulamıyorum. Akışına bırakıp görmek en kolayı ama korkutması da kaçınılmaz.

Yalnızca daha güçlü yazmama yetmeyecek kadar güneş var klavyemin üstünde... o da biraz umut veriyor işte yeni kararsızlıklara doğru giderken...

16 Eylül 2010 Perşembe

hiç...

Birlikte büyüdüğüm varlığın mucizelere kalmış bedeni son nefeslerini verirken, ben bordo maviler arasında nefes almaya çalışıyorum…

19 Ağustos 2010 Perşembe

Monte Carlo Kontu


Ben küçükken babam hep monte carlo içerdi. Bana da karizma gelirdi hep. İsminden ötürü herhalde. Evde kimseler yokken; eskiden sadece misafir geldiğinde kullanılan, kocaman vitrinli ve hep saygı duyulması gereken kasvetli amcalar misali misafir odamızdaki porselen kutunun içinde olurdu o sigaralardan. Sadece monte carlo da değil. Maltepe, samsun, tekel 2000… nadir de olsa gelen misafirden kalmış olması muhtemel parlament de olurdu… Sigaralardan alıp yakardım bir tane. Hem de aynanın karşısına geçip. Niye bilmiyorum ama sigara içince büyük hissederdim kendimi. O saygı duyulması gereken kasvetli amcalara ettiğim bir küfür, çektiğim bi siktir gibi gelirdi sigara içmek. Odayı, gizli gizli şokella kaşıklayan bir çocuk gibi kullanmak, yasakları çiğnemek o kadar zevkliydi ve o kadar güvende hissettiriyodu ki, uzun bir süre devam ettim bunu yapmaya. Ta ki o porselen kutunun içindeki sigaralar yerini bozulmuş veya gazı bitmiş çakmaklara bırakana kadar.
Babam monte carlo içmeye devam etti ama. Devam ederken de idrak edebildiğim ilk promosyon kampanyalarından biriyle tanıştım. 30 paket Monte carlo paketi getirene, o dönemdeki en popüler isimlerin kasetleri hediye ediliyordu. Hem de 4 tane. Biriktirme işini benle ablam üstlenmiştik tabii. Bu tür görevler hep bizimdi. Hatırlıyorum da, aybaşında paraları sayacakmış kadar çok heyecanlanmıştık. Şu kadar kaldı bu kadar kaldı diye. Hatta çabuk biriktirelim diye sokakta bulduğumuz monte carlo paketlerini getirmiş olmamız da pek muhtemeldir. Babamın baca gibi olmasına ilk kez o kadar sevinmişimdir ki kısa sürede topladık paketleri ve gönderdik gerekli adrese. Kesin o adres de hayvanların dostu, hepsi sever onu Hugo ve yaşlanmayan Tolga Abinin adresi (Mecidiyeköy) gibi çok çekici gelmiştir bana. Neyse kasetlerimiz sonunda geldi… 4 tane… Sertab Lal, Kenan Doğulu Yakarım Roma’yı, Mustafa Sandal Suç Bende ve adını hiçbir zaman hatırlayamadığım diğeri. 3’ü de güzel albümlerdi. Hatta Lal en iyisiydi. Babam da çok dinlerdi Lal’i o sözüm ona misafir odasında yalnız başına takılıp pipo içtiği akşamlarda. Ben de yanına oturur susardım, pipo kokusu bi acayip gelirdi.
Okula geç kaldığım bir sabahı hatırlıyorum. Uyandım, babam evde. Ama niyeyse beni kaldırmamış. Gittim yanına. Sabah sabah piposunu yakmış, lal albümünü o boombox’lara benzeyen ve çoğu zaman Joan Baez ya da Zülfü söyleyen emektar teybe takmış, bacak bacak üstüne atmış… Niye kaldırmadın diye sorcaktım, cevap alamıyacağımdan korkup vazgeçtim. Geç kaldım dedim. Bir sonraki derse gidersin dedi. Bir sonraki derse gittim ben de.
Şimdi ne zaman Monte Carlo içen birini görsem, geç kaldığım o acayip sabah geliyo aklıma. Bi türlü sevemediğim misafir odası, içinde garip kokulu piposuyla babam, emektar teyp ve onun içindeki Sertab…

10 Ağustos 2010 Salı

...

Yeni açılmış, buz gibi 250 ml’lik cam şişe kola kadar çekici, 5 biradan sonraki midye kadar vazgeçilmezdi. Sabah uyandığında kahvaltıda en sevdiğin şeyin olması kadar güzel, akşama evde anne patatesinin olduğunu bilmek kadar doyurucuydu. Arkadaşlarla gidilen okul gezileri dönüşü kadar hüzünlü, haftada bir banyo yapılan Pazar akşamları kadar çaresizdi. Gittiği doğum gününde ilk kez tanıştığı çocuk sayısının fazlalığı kadar utangaç, arkadaşını ispiyonlamak zorunda kalmış bir çocuk kadar da mahçuptu. Karne hediyesinin, kendisininkinden daha güzel olduğunu gören çocuk kadar kıskançtı da. Onca sese rağmen düğünde iki sandalyeyi birleştirip uyuyuveren çocuk kadar umarsız, geometri sorularında 3,14 yerine 3 alınan pi sayısı kadar kendi değildi. Bir arabaya sıkışmış 5 adam kadar çirkin, bilgisayarla beraber otomatik olarak açılan msn hesapları kadar rutin ve bilmem kaçıncı defa yeni giydiği çorabı banyoda ıslanmış kadar bezgindi.

Gitme diyemediği için pişman olmuş aşıklar kadar da “aşıktı”…

28 Temmuz 2010 Çarşamba

firidııımmmm...

temmuzda yağan yağmurdan, kırmızı ışıkta yayayı tedirgin eden sinirli arabalardan, düne ait pişmanlıkların nüksetmesinden, yarına ait korkuların hep var olmasından, suyu içtikten sonra pet şişenin elinde kalmasından, yeni ve dipten kesilmiş tırnaklardan, ıslaklığıyla ağırlaşmış perdeleri asmaktan, evimde yemek olmadığını bilip apartmandan mis gibi yemek kokuları gelmesinden, otobüste yer vermeyi zorunlu kılan bakışlardan, eski kız arkadaşını bok varmış gibi aramalardan, aslında soğuk olmayan ama soğukmuş gibi görünen biralardan nefretttt ediyorum...

sıcak duşta soğuk bira içmeyeyse bayılıyorum...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

yırtık pırtık blue jean...


Şöyle başlayalım: çocukluğumun son demlerine tekabül eden dönem; değişimin çığırtkanlıkla, gelişimin ise her ne kullanıyorsan son modelini ve en pahalısını kullanmakla özdeşleştirildiği bir dönemdi… Yeni yeni, daha alengirli cümlelerle bu durumu daha kolay izah edebiliyorum.
Hafta içi saatlerce çalışıp, hafta sonu ise bin bir emekle kazandığı parayı gün ışığının bile gerçek olmadığı yapay bir alışveriş merkezinde, aslında ihtiyacı olmayan şeyleri satın alarak geçiren bilinçsiz insan tipi, bu dönemle beraber ortaya çıkmış ve sosyal mutasyonu iyice hızlandırmıştı.
Bu karanlık dönemde, gerçeklerin pek de farkında olmayan biz masum çocuklar ise tüketim canavarı ebeveynlerimizin gölgesinde artık rutinleşmiş bu değişime ayak uydurmaya çalışıyorduk. Değişim hissedilebilirdi ama onun bilincinde olmak için sanırım biraz daha zamana ihtiyacımız vardı. Karne hediyesi olarak bisiklet alınan dönemler tarihe karışsa da, onun yerine alınan bilgisayar bizi hayal kırıklığına uğratmıyor, aksine hoşumuza gidiyordu. Tetris oynamak da ağaca tırmanmak kadar eğlenceli olabilirdi. Üstelik komşu kızının yeşil benetton kazağı bizim annemizin ördüğünden çok daha güzeldi. Kendi adıma konuşacak olursam ailem için bu tür suçlamaları yapmam pek de mümkün değil. Bir bilgisayarım olmadı o dönemde ya da hafta sonlarımı alışveriş merkezlerinde geçirmedim. Ya da komşu kızının benetton kazağı hiç umurumda olmadı. (Belki komşu kızının benetton kazağı dahi olmadı) Sırf bu yüzden bile ailemi sevebilirim herhalde. İşte böyle karanlık sayılabilecek, benim değerlerimce dejenerasyona uğramış materyalist düzende annemin ördüğü kazak benim için çok daha fazla önemliydi. Tam bu sırada tanıştım eski hırkası, yırtık blue jeani ve yırtık bez ayakkabılarıyla onun. Ben tanıdığımda çoktan Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu ama iz bırakmıştı fazlasıyla. Yaşam tarzı Grunge müziğinin mihenk taşlarını oluşturmuş, yeni bir akım başlatmıştı. Punk’ın en asi koluydu Grunge, en isyankâr olanıydı. Öyle ki herkesin boyalı, süslü püslü, bir yığın makyajla bilmem kimin kreasyonunun şu koleksiyonundan bu modelle sahneye çıktığı dönemde onlar şaşılacak şekilde bu öğeleri önemsiz bulmuşlar ve bu önemsiz bulduklarıyla yeni bir akımın öncüsü olmuşlardı. Müzik tarzları, tam müzik kimliğimi oturtmaya çalıştığım zamanlarda imdadıma yetişmiş ve bu kaliteli soundu yakalamama izin vermişti. Gitar riffleri, bas slepleri, soloları, aksak ritimleri dinamik yapısıyla beni cezbetmişti. Ortaokul yıllarımın sonlarında tanıştığım bu adamlar hayatı sorgulamama sebep olup değiştirivermişlerdi beni. O dönemde birçok kişinin hayatlarını değiştirdikleri gibi…

Şimdi ailece gidilen pikniklerin tadı daha tatlı olmuştu, bisikletimi daha hızlı sürmeye, daha hızlı koşmaya başlamıştım sokakta. Daha özgür hissediyordum kendimi. Anneme eski kazaklarımı tekrardan çıkarmasını söylemeyi de unutmamıştım...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

FUTBOLUN HİPPİSİ: George Best



Okurken dinlenilmesi tavsiye edilen parçalar:

The Beatles…………..All You Need Is Love
Rolling Stones…………………..Satisfaction
Rolling Stones…………………Paint it Black



1960’lar ve 70’ler… İkinci Dünya Savaşı; gidenlerin geri dönmediği, dönenlerin ise eskisi gibi olmadığı, bıkmış, yitik bir kuşağı henüz arkasında bırakmıştı ki, bu kuşağın bazı çocukları, savaşa inat hala umut olduğunu söylemeye hazırlanıyordu. Savaşa, iktidara karşı
‘make love not war’ yani ‘savaşma seviş’ sloganı ile kendilerini konumlandıran bu insanlar hippilerden başkası değildi. 60’ların başından itibaren Beatles, Rolling Stones, The Who gibi grupların şarkılarıyla yetişen bu kuşağın felsefesi kişisel özgürlük üzerine temelleniyordu. Onlar için ihtiyaç olan tek şey aşktı. Bunu da Beatles’in ‘All You Need is Love’ dizelerinden dillerine pelesenk etmişlerdi. Özgür sekse, uyuşturucuya olan düşkünlükleri ile çok fazla eleştiri almışlar ve bu konulardaki tabuları yıkmışlardı. Cinselliğe bakışlarının temeli, Federico Fellini ve Michalengelo Antonioni filmlerinin kadına, daha doğrusu erkeğe bakışıydı sanki. İtalya’dan tüm dünyaya yayılmış olacak ki; cinsel özgürlük ve feminizm kavramlarına getirdikleri ve değiştirdikleri bakış açıları Hippiler tarafından sahiplenilmişti bile. İronik anlatımlarıyla sadece kadın-erkek, şehvet, doyumsuzluk kavramlarıyla kısıtlı kalmayıp, sosyal statü göndermeleri de yapmış ve bu yolla sosyal kaygılarını da belirtmişti iki İtalyan. 60’ların ikinci yarısında oluşmaya başlayacak olan Hippi akımının da alt yapısını buralardan aldığı söylenilegelir. Tam da bu sıralarda Belfast‘ta bir yerlerde doğup büyümüş 13 yaşındaki futbol hippimiz, Manchester United’ın yıldız avcısı Bob Bishop tarafından henüz keşfedilmemişti. Belfast demişken aklımıza ilk gelen; savaş sonrası açlıkla boğuşan yorgun bir kent ve Protestanlar ile Katoliklerin hiç bitmeyen savaşları... Best de utangaç bir Protestan olarak yaşamını sürdürmekteydi. Kimsenin tavuğuna kış demez, etliye sütlüye pek karışmazdı. Gittiği dil okulunda iki mezhepten de insanlar olmasının onu başlangıçta zorladığı bilinir. Ama okulda onu asıl zorlayan, okulun bir futbol takımının olmamasıydı. 15 yaşına geldiğinde hafta sonları oynadığı takımın maçını Bob Bishop’un da izleme zamanı artık gelmişti. Maçı izleyen ve Best’in attığı iki golü gören Bishop, telgrafı çoktan Manchester United menajeri Matt Busby’ye çekmiş ve Best‘in İngiltere macerasını başlatmıştı. 1963’te İngiltere’ye geldiğinde, inanılmaz yeteneği ve biraz büyüdükten sonraki seksiliği, birçok derginin kapağı olması için çok da bir şey yapması gerekmediğini gösterir gibiydi.‘ Futbolun James Dean’i ‘ , ‘Beatle’ların Beşincisi’ adanın en sansasyonel ismi olmuştu artık. İkinci Rolling Stone olarak da anılan Best’in oyunu, Mick Jagger’ın vokaliyle birleşen Keith Richards’ın ritmleri gibiydi sanki. Kendi de öyle düşünüyor olacak ki sahibi olduğu gece kulüplerinde Rolling Stones plağı hiç durmadı. Dünya’da İsa’dan daha ünlü olduğu söylenen Beatles’tan bile daha ünlüydü. O da Beatles gibi macerasını Amerika’da devam ettirecek ve ününe ün katacaktı. İzlediği filmlerin etkisinden mi yoksa Hippi akımının etkisinden mi bilinmez sekse ve alkole aşırı derecede düşkündü. Freud yaşasaydı, en çok onun psikanalizini yapmak isterdi herhalde. Beş yüz’den fazla kadınla yattığı rivayet değil bir gerçekti. Onu Ada’da açtığı iki tane gece kulübünden, yanında çalışanların ertesi gün masalardan topladığı iç çamaşırlardan ve de keşke olmasa dediği canlı yayında spikere seks teklif etme vakasından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Hippi gibi yaşayan bir futbolcuyla karşılaşmamış bir dünya için, aldığı kupalar, adının hakkını verircesine kazandığı en iyi futbolcu ödülleri 1974’te her şeye rağmen anlamsızlaşmıştı. Çünkü kulübü Manchester United onu kovmakta bulmuştu çareyi. Futbolu çok farklı yorumladığı, standart futbolcu tabularını yıkmasından fazlasıyla belli oluyordu. Dönemim etkisi bu ya, belki de alıp çantasını o da katılmalıydı doğuya giden hippilere, Belfast’ da başladığı yolculuğunu, Hindistan’da bir yerlerde bitirmeliydi. Ama o Amerika’ ya gitmeyi tercih etmişti. Pele’yle karşılıklı oynama şerefine erişmişti. Pele bile onun için en iyi sıfatını kullanmaktan kaçınmamıştı. Hala Amerika’da daha fazlasını istemeye devam etti Best. Tarzından ödün vermediğini açtığı Bestie’nin Plajı’nda daha fazla kadın, daha fazla kumar, daha fazla viski felsefesiyle devam ettirdi.


Tüm bu yaşamının içinde kendini sorgulamasına sebep olan sayılı ama sürekli olaylardan biri dünya güzeliyle küvetteyken içeri giren görevlinin ‘Nerede hata yaptık?’ sorusu olmuştur. O anda kafasını şampanya dolu suya sokan Best, Belfast’ ı ve bir gün için bile, o olmak isteyen çocukları görmüştü. Bu, kendine kaldığı zamanlarda hayatını birçok kez sorgulamasına sebep olmuş ve ölene dek onu yalnız bırakmamıştır. Herkes o olmak isterken, dünyaya bir daha gelse George Best olmak istemeyen tek insan ‘O’ idi. Ve ölüm ona çok yakınken şu sözlerle bunu destekledi: ’Kimse benim gibi ölmesin’...

"f" dergisinden yararlanılmıştır.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

re: yine, yeni, yeniden...


hiç latin, balkan ya da afrobeat havasında değilim. ama niyeyse dinliyorum. kalbim tüm cızırtısıyla tom waits omletlerindeki gibi... into the wild kafasına hiç bu kadar yakın olmamıştım, tamam bi kere daha olmuştum ama yeni olan daha geçerli değil mi? sürekli yenilemek zorundasın ya birçok şeyi? mesela sevgilin varsa onu her gün mutlu etmek zorundasın, ya da her gün işteyken yeni bi şeyler bulmak zorundasın... hayat senden sürekli yenileme bekliyo.. sen de daha çok yineliyosun yenilemek yerine... sürekli gol atan forvetler gibi olman bekleniyo. bi gol atsan bile bi tane daha bi tane daha... çünkü attığın goller o anda eskimiş oluyo. aslında sürekli atsan da yenilemiş değil yinelemiş olmuyo musun?

bütün bunlar bi yana ben kendimi 94 finalinde penaltı kaçırmış Roberto Baggio gibi hisssediyorum. ne gol atmaya, ne de topa vurmaya cesaretim var...

21 Haziran 2010 Pazartesi

yol hikayeleri...


sevdiğin bardaktan kahve içmek gibisi yoktur. çıtırdan sevdiğin müzik, bi parça da çikolataysa yanında; yalnızlık hiç bu kadar güzel olmamıştır. üstüne bir de film izlersin. ama şöyle en sevdiklerinden, kaç kere izlemiş olduklarından...(yine mi scarface diye sorarsın kendine) replikleri aklına geldikçe kullanmaktan çekinmediklerinden... (sanki sensindir o hayatları yaşıyan)
replikleri kullandığında da keyiflenirsin, anlayan, onaylayan bakışlar ararsın. bir de buldun mu, biranı yudumlarken senden daha mutlusu yoktur...

20 Mayıs 2010 Perşembe

tersine...

"kim bilir neden gider bazen aklımın yolları
dün gece nerdeydin yarın bilmem yarın bilmem
çok mu zor inadına bir yudum tadına baksan
güneş üstümüze doğsun bulutlar yatak olsun
hava güzel kafam güzel
ben güzelim her şey güzel
kopartma beni dalımdan
kafam güzel kafam güzel
çok mu zor inadına bir yudum bir yudum tadına baksan
güneş üstümüze doğsun bulutlar yatak olsun
herşey tersine tersine dönüyor
neden her şey tersine dönüyor
bazen her şey tersine dönüyor
hava güzel kafam güzel
ben güzelim her şey güzel
kopartma beni dalımdan
kafam güzel kafam güzel
uçak benim her yer yeşil çiçek benim
mars benim dünya benim
sen benimsin ben senin
her şey tersine tersine dönüyor
neden her şey tersine dönüyor
bazen her şey tersine dönüyor"

en azından her şey tersine dönerken avunucak bir şarkımız var...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

beyaza elveda...

gözlerini açtı, keşke tavan beyaz olsaydı dedi… aslında beyaz olan tavanın, perdenin yansımasıyla sarıya çaldığını farketti, gülümsedi… omzundaki ağırlığın kolunu uyuşturduğunun farkında değildi. sonra kafasını çevirdi ve sabahın bu saatlerinde görmeye alışık olmadığı bir gülümsemeyle karşılaştı, yine gülümsedi...niyeyse gözlerini kaçırdı, sarı zannettiği tavana bakmaya devam etti. bir daha beyaz olamıyacağını anladı, üzüldü...

11 Mayıs 2010 Salı

10 Mayıs 2010 Pazartesi

kendi adını taşıyan ilk yazı

evettt sayın dinleyiciler sonunda dj zack'in jukebox'ından ilk şarkı sizlerle...

Beklemek...

Beklemek başarmanın yarısı olsa mesela... diğer yarısı da başlamak ya tam başlarken başarmış olsan yani işi. öyle değil midir zaten bi şeyi başardığında bitmez mi?? marx'a selam olsun "proleterya başa geldiğinde proleterya da biter, çünkü devrim gerçekleşmiş oluyo "...