10 Eylül 2012 Pazartesi

yoğun bakışlarım...

İnsanlar niye sessize almazlar ki telefonlarını? Özellikle hastanedeyken... O kadar boktan melodiler duydum ki son 24 saat icinde, kendimi 90'larin modifiye edilmis flashlarinda cengiz kurtoglu kasedinin b yuzunu defalarca dinlemis gibi hissediyorum. (neden b yüzü bilmiyorum) Öyle arabeskim. Öyle bi bıçkınlık, leşlik var zihnimde. Kırmızı tuborg tenekelerinin dibinden dökülen sıcak biralarla yüzümü yıkamışım sanki. Daha fazla kafa yapsın diye de kül dökmeyi ihmal etmemişim. bir dostun deyimiyle klasik bir berdan mardini vakası. Bu işitsel kirlilik yetmezmiş gibi kokular da cabası... Burun direklerimden dönüyo havasız kalmış ayakların ortaları, dönenleri de tamamlıyor aforizmalar avm'sinde fink atan teyze naraları. Yorgunum; doktor bıçak, düşman böbrek, kurşun kurban, kalp sinek ve portakal acı... İçimde raks ediyo yoğun bakımınn evhamlı yakarışları...

30 Ağustos 2012 Perşembe

Büyütme!

Metroya binmemekle hata etmiştim ve yol gözümde çoktan çoluk çocuğa karışmıştı. Neyseki elimdeki paslı demiri misafirlikten eden boş bi koltuğa 2 kadını görmezden gelerek atlamıştım. Ağustosta olmaması gereken esintiler, neodorant adını verdiğim ter kokusunda kaybolmus esansları burnuma çalıyordu. Maç günleri toplu taşıma araçlarını kullanmamak konusunda kendime verdiğim sözü yine tutmadığımı çubuklunun ruhuyla değil kokusuyla anımsadım. Anne kucağında yolculuk yapmaya alışık bi çocuk yine yerinde duramıyo, pembe terliklerini seri hareketlerle sağ bacağıma vuruyordu. Allahtan pencere kenarındaydım. Tozlu camın izin verdiği kadarıyla istanbul trafiğine müşkülpesent bakışlar atıyordum. Küçücük bir susamla bir saray yapılabileceğini gördüm sonra. Bi an duraksadım istanbul trafiğiyle birlikte. Daha önce sokak yaptıklarını da görmüştüm, niye saşırdım ki şimdi diye söylendim kendi kendime. Her şeyi yapıyolardı ki artık. Her şeyi büyütebiliyolardı. Hatta şehri o kadar büyütmüşlerdi ki ay’ı görmek imkansızdı. Dünyanın başka neresinde vardır böyle bi manzara diye merak ettim! Ben merak ededurayım yol kendine gelmiş, açılmıştı. Uykusunu almış olmanın verdiği enerjiyle akıyordu. Benim uykum gelmişti bu sefer de. Başta gözümde büyüyen yol bitiyordu artık. İnmek üzereyken "onlar büyütür de sen büyütme, büyü" dedim. Esnerken bir damla düştü beni çağıran uykudan. Uyandım.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Çok (harca az) Yaşa!

Gündüzleri reklamcı geceleri insandık. Ve insanken daha cok uyumayı tercih ediyorduk. Çünkü uyutulmaya alıştırılmıştık. İnsanlıktan reklamcılığa geçiş bazen bir lastik, bazen bir demir ya da su aracılığıyla oluyodu. Yaklaşık 35 dakikalik işlem sonunda hafta içi her sabah aynıydı. İnsanları hayal kurmaya değil kurutmaya teşvik ediyoduk. Ama onların bundan haberleri yok gibiydi. Daha fazla harca daha az yaşaydı felsefemiz. Ne kadar çok harcarlarsa o kadar çok azalıyordu hayalleri. Sene boyunca onlara yaptıklarımız için 2 haftalığına ödüllendirirlerdi bizi üstelik. Az gelirdi de doymazdık. Çünkü asıl hakettiğimizin ceza olduğunu unuturduk çoğu zaman. Cezanın kendisi bizdik, hatta cezanın somürgesiydik. Allah cezamızı versindi zaten ama çoğumuz ateisttik.

20 Ocak 2012 Cuma

"piano piano rütbesiz"

eskisine nazaran daha sıcak bir kulübede oturuyosun. güneş dün muazzam biçimde yağmış karı eritmeye devam ediyor. şanslısın ki; yıllar sonra kar topu oynayabilecek bi yerdesin ve sana eşlik edecek arkadaşların var. gün sayıyosun artık. kaçtı? 4 mü 5 mi? galiba 4 buçuktan 5. dün var bugün yok karları gibi erittin günleri sen de. şimdi şaşırıyosun biraz. "bitiyo galiba" diyosun sevinçle ve inanamayarak. hala nöbet tutuyo olman biraz canını sıkıyo. neyse ki birkaç gündür gece nöbetin yok. en azından uykunun sıcaklığını gecenin soğuğuna emanet etmek zorunda kalmıyosun. ama yine de yetmiyo bu uyku sana. birkaç gün öncesine kadar daha azıyla yetiniyodun oysa. yorgunsun belli ki. 150 küsür gündür buralarda olmanın bi yansıması olmaması imkansız. ancak aydın'a gidip kafanı dinleyince atıcaksın o yorgunluğu üzerinden. 2 hafta. dinlenmek için hiç fena sayılmaz. bi de çalıştığın sektörü baz alırsan yaz tatiline çıkan okullu çocuklar gibi sevinebilirsin bu tatile. (neyi gösterip neye razı etmişler seni, sen düşün) hem sizin oralarda hava güzeldir de şimdi. gelecekten umutlu güneşler açar genelde kış da olsa. senin de gelecekten umutlu bi havan var zaten şu anda. mutlu olabileceğin zamanları tasavvur edebiliyosun kafanda. arkadaşlarla yapılan doğa yürüyüşleri, annelerle gidilen piknikler, babalarla yakılan mangallar, sevgiliyle çıkılan seyir tepeleri... cittaslow dedikleri küçük ve sevimli beldelerde yapılmış organik kahvaltılardan, gün batımında içilen aromalı ev şaraplarına ve bol oksijenli ada uykularına kadar pastoral dokunuşlarla ehlileştirilmiş bir sakinlik seninkisi. yani biraz "huzur" sadece... hakettiğini düşünüyosun bütün bunları. seni tanıyanlar da aynı şekilde düşünüyodur diye de düşünüyosun....

çıplak ayaklarını ısrarlı bir şekilde toprağa basıyosun, sonra çimlere uzanıyosun, gökyüzünde tekrardan yağmaya başlayan karı görüyosun ve tebessümlerine düşen buz tanelerinden kardan adam yapmaya karar veriyosun. galiba yavaş yavaş askerliğini bitiriyosun...

17.01.2012

5 Ocak 2012 Perşembe

ben, albay ve çocukluğum...

yağlı gravürlerle dolu michelangelo turuncusu bir yelek ben denize düşersem diye üzerimdeydi ve zaten geçmeyen nöbet dakikalarımı ve bedenimi daha da ağırlaştırıyordu. gerçek hayatta bir türlü rastlayamadığımız şu ajanlar kek kalıplarına sıkışmış amerikan filmlerinde yine suikastleri engelliyor, 6 yaşına yeni basmış bir çocuk da birkaç sene sonrasında beyzbol takımında oynamanın hayallerini pişiriyordu. bense çocukluğuma damgasını vurmuş ninja kaplumbağaların pizza sipariş ettiğini sandığım logar kapağının üzerindeki su birikintisinde ayağımla vurduğum taşları kaydırıyordum. çizgi filmlerle devam ettim sonra. tom ve jerry'nin eve hapsolmuş sitcom tadındaki bölümleriyle değil de, dış mekanlarda çekilen ve tom'un kafasına tonlarca ağırlıktaki demirlerin düştüğü bölümlerle... hani tom'un birkaç adım attıktan sonra havada olduğunu anlayıp, seyirciye bakıp yere düşerken çaresizce el salladığı bölümlerle... işte ben de tam olarak o çizgi film seti gibi olan ve her an herkesin başına bir şeyler düşmesi muhtemel bir yerdeydim. eğer burada çekmek isteselerdi bölümü sevimliliği arkasına sığınmış jerry'yi yakalamasında yardım ederdim tom'a. şikeciydi zaten jerry. hep kazanacağını bilirdik. o da road runner gibiydi. bik bik ötmezdi ama o. road runner da yakalanması en zor çizgi film kahramanıydı herhalde. coyote onu yakalamak için ne pahalı prodüksiyonlara girmişti. acme ürünlerinin alem-i cihanını sipariş etmişti de hiçbiri işe yaramamıştı. elimde olsa ona da yardım ederdim. maddi manevi hem de. tam ben bu iyi niyetli satırları karalarken, insaniyet satırlarına hiç aşina olmayan albayın meymenetsiz suratını gördüm yaklaşık 15 metreden. defterimi hemen cebime sıkıştırdım. adeta havada yürüdüğümü ilk adımda farketmiş ve düşmekten son anda kurtulmuştum. o tonluk demirlerden birini kafama düşürecek kadar sert bakışlar çocukluğumun çizgilerini silivermişti bir anda. sanırım albay bozuntusuydu çocukların topunu kesen amca da. adam akıllı canımı sıkmıştı pezevenk herif. çocukluğumu da alıp gitti sonra. gitsin de ne olursa olsun gitsindi zaten. ben yeniden dönerdim çocukluğuma. netekim döndüm de. bu sefer daha kalın çizgilerle hem de. haftasonu çizgi filmleri izlemek ve kumandayı ablamdan kapmak için erken kalkışlarımı, annemin yufka almam için beni mandıraya gönderişlerini ve benim her seferinde hız rekoru kırma deneyişlerimi, babamın geç kalkmasına rağmen yaptığı peynirli yumurtadan hep daha fazla yeme isteğimi, o sırada misafir odasından seslenen zülfü'yü, sonrasında da sokağa fütursuzca fırlayışımı hatırladım.

tüm bunların olduğu bütün haftasonu sabahlarını özledim yüzümde tatlı bir hüzünle. sonra döndüm o sabahlardan çok uzak kalmış bir günde gökyüzüne ve "bitsin artık şu askerlik" dedim.

04.01.2012

mutlu yıllar içimizdeki şeytan!

ne boktan bir başlangıç... yeni yılın ilk günü karanlık bir şehir gibi çöküyor üstüme. ne güzel başlamıştı oysa tam 1 sene öncesinde. daha fazla geç kalmamam gerektiğini fısıldayan bir dürtü ile uyanıp, ilk uçağa atlamış, başkentin soğukluğunda beni ısıtmasını umduğum gözlerin sahibine koşmuştum. iyi ki de koşmuştum. o heyecanı iliklerime kadar hissetmiş, onu görmenin hazzını doruklarda yaşamıştım ve ısınmıştım. ama şimdi üşüyordum. gece bir türlü geçmek bilmeyen yeni yılın ilk nöbetinin ardından uyuyup uyanmış, yarım yamalak bir kahvaltı ve soğuk bir traşla tekrar nöbete gelmiştim. yağmur liverpool'daki liman işçilerini ıslatıyormuşcasına çok uzaklarda yağıyordu. ben de o "çok uzaklarda" olmak istiyordum artık. yetmişti burada geçirdiğim zaman. alıp başımı gitmeyi, gerçek anlamda özgür olmayı hayal ediyordum. geçen sene bugün yaptığım şeyi yapmak istiyodum deliler gibi. ama bu sefer zincirlerim vardı. yeni yapılmış ıslak bir nöbet kulübesinden dışarı çıkamıyodu hayallerim. onlar da üşüyodu. ben ayaklarımı bile ısıtamazken aklımı nasıl ısıtacaktım ki zaten? oturup üşümekten başka çarem yoktu. o kulübenin içindekilerden ibarettim. yeni yılın ilk sabahı kendimi bu kadar güçsüz ve savunmasız hissedeceğimi nerden bilebilirdim. eski gücümü geri istiyodum. bunun için biraz cesur olmak lazımdı. ama benim kimseye "mutlu yıllar" diyecek cesaretim bile kalmamıştı. mutsuzluğun piyangosu yine bana vurmuştu. ikramiyeyi de yarı yarıya paylaşmıştık başkentteki bir talihliyle. oysa ikimize de amortiden çıkma küçük bir mutluluk yeter de artardı. hiç bulaşmasaydık keşke şu şans oyunlarına. hiç kanmasaydık şu içimizdeki şeytana. olan olmuştu ama. şeytanın bu sene ne giyeceği bilinmezdi fakat mesaiye erken başladığı söylenebilirdi ilk günün son satırlarında...

01.01.2012