29 Ekim 2011 Cumartesi

kaç!

kaç kişi daha cam buğusuna sevdiğinin ismini yazdı kalbin yanına
kaç çocuk üşüdü camların buğulandığı bu sisli havalarda
kaç kişi yollardan döndü sisli havaların görüş mesafesinde
kaç aşk mesafe tanımadı ve sırılsıklam oldu bu sonbahar yağmurlarında
kaç bank yalnız kaldı tanımadığı hayaller arasında
kaç hayal kırıldı bir ressamın tablosunda ve kaç sergiyi gezdi hüznün imzasıyla
kaç hüzün daha efkarlandı sigaranın dumanında
ve kaç kaç bitecek hayat bütün bu oldu bittinin arasında...

15-19.10.2011

içimde bi...

debisini hesaplayamadığım nehirlerde yüzüyor kelimelerim ve şelaleye doğru yaklaşıyor sürüklenerek. önüne geçen yok, itiraz eden ya da kurtarmaya çalışan yok. ama yine de aşağıya düşme sahnesinde kamera bir aksiyon filmi klişesinde bir bol köpüklü şelaleye, bir kelimelerimi taşıyan ilkel su taşıtına kesiyor. birazdan görkemli gondor ailesinin devasa heykelleri arasından süzülerek son cümlelerini kuracaklar için her geçen saniyenin önemi artıyor. sevdiklerime söylenecek son söz başına 1 saniye düşüyor. kötü değil. ama onların söyleyecekleri için vakit yok. işte bu kötü. en azından son sözü senin söylediğine sevinebilirsin eğer polyyanna ile bir kahve içmişliğin varsa.

sonunda düşüş başlıyor ve beklenenden daha kısa sürüyor. kişi başına düşen son söz sayısı piyasa beklentilerinin altında kalıyo ve yatırımcısını hayal kırıklığına uğratıyor. harfler suyun dibini boyluyor. başka nehirlerde başka hayatlara ait cümleler kurmak üzere tekrardan bir araya geliyor ve suya koyuluyor...

12.10.2011

kesik...

moralim bozuk, çarşım kesik, hele bir de sen yoksun ya çok yazık. işte bu. bugünün özeti aslında. sinirlerim ne zmandır ilk kez gün ışığı görüyor. hiç çekilmez bir silüetle hem de. aynaya bakmaya bile sabrım yok. değil kimseyi görmek kendimi bile görmek istemiyorum. deve kuşlarını daha iyi anlıyorum. ama onlar gibi korkmuyorum. aksine cesaret haplarını ardı ardına atmış gibi saldıracak yer arıyorum. öfkemi kusacak kağıt bir de kalem arıyordum. neyse ki onlar şimdi var. harfleri kum taneleri gibi okyanusa dökmek istiyorum. okyanusları dolduracak kadar yazmak istiyorum, durmadan. doldurduktan sonra uzak doğuda bir keşişle çin seddi'ni kum tanelerinden yapmayı planlıyorum. 1,5 milyar kum tanesi yeter mi diye soruyorum; zaman dolu bakışlarda cevabı arıyorum. karpuz kabuğundan gemiler yapan adamdan cesaret alıyorum. içimde gasper noe crononberg ikilisi, şiddet pornografisini bitmek bilmeyen jimmy jib şovlarıyla sürdürüyor.önce yangın yazısının y harfli tüpüyle çocuk seslerini bastırıyorum. kerpetenle 3 haftadır ağrıyan dişimi söküyorum. kimse görmesin diye kanlı meftayı beze sarmayı ihmal etmiyorum ve denize sallıyorum. sonra kendimi bir fransız home party sine atıyorum. uçkur peşinde üç kuruşa aldığım viskiden yudumluyorum.sarhoşluğun denizaltılarında mürettebatı yalnız bırakıp ıslak bir uykuya dalıyorum. uyanıyorum. kokusu burnuma çekilen ezogelin çorbası üzerinde domates kabuğundan çaldığı çavuş rütbeleriyle beni bekliyor.daha fazla bekletmiyorum ve tüm açlığını bavbasına olan kızgınlığıyla bastırmış çocuğa inat, kaşığımı zurnacı düşmanına teslim olmuş çorbaya daldırıyorum. sıcaklık ancak mart ayının güneşi kadar doğruyu söyleyebiliyor. dibi gelmiş saç, asetona hasret tırnak kıvamında. bir amerikalı umursamazlığıyla bir süre seyrediyorum sonra da güzelce mideye indiriyorum. Aptalım. ama karnım doyuyor.muhtmelen son günlerde sosyal medyada en çok konuşulan "aç kal, budala kal" sözünü anımsıyorum. mahkeme soğuğunu yemiş daktilo samimiyetsizliğindeki taziye ilanları gözüme çarpıyor yalnız ve güzel radikal'de. kimsenin tanımadığı, dünyaya faydası var mı yok mu bilinmez birinin ilanı hem de. dünyayı değiştirmiş birinin ölümü var bir de. bir bilişim firması olsam diyorum; bir taziye ilanı da ben öçıkardım gazeteye " dünyamızı değiştirdiğin için teşekkürler" sadece bu. belki de çıkmıştır birileri bir yerde de ben 11'den çıkarıldığını maç saatinde öğrenen bir oyuncu olduğum ve bu sistem içinde oynama(ma)k zorunda olduğum için görmemişimdir diyorum.
burada bir laf var onu da anımsamayı ihmal etmiyorum: "yapcaık bir şey yok, sistem acımasız"... ve ne zamandır izlemek isteyip de izleyemediğim moral bozukluğu ve 31 filminin hatırıma düşmesiyle kala kalıyorum.

08.10.2011

23 Ekim 2011 Pazar

"içimdeki deniz" vol 2

avuçlarında okyanus sesleri vardı öyle herkesin duyamadığı
ve ben senin gelmeyeceğin güvertelerde bekliyordum seni
dünyanın tüm denizlerini önüne dizmek istedim bir anda
belki onlar söyler senin söyleyemediklerini,
belki onlar anlar avuçlarındaki seslerin dilinden
ben de tüm güverteleri toplarım denizlerin karşısına
ve tüm verilmemiş cevapların bekleyişi son bulur poesiodun'un kıyılarında.

13.10.2011

14 Ekim 2011 Cuma

deneme 1-2

sinir katsayımı oyuna yansıtmasaydım belki kazanırdım diye geçirdim içimden ve yansıtmadığım zamanlarda da kazanamadığımı fark ettim. sıkılıyorum. hem de çok. sağır kalmış frankie wilde gibiyim. essaretin bedelini müzik temasıyla teeeekrar çekiyoruz sanki. serçelerin çitlediği çiğdemlerin sesi var. (bizden çok da farklı değiller
aynı sesi çıkarıyolar) dünyanın en sıkıcı meslekler sıralamasının demirbaşlarından kasiyerlerin günde 1 milyon kere duyduğu dıt sesi var. (dıt başına para alsalar hiç fena olmaz) uzaktaki özgür ve mutlu çocukların mızıkçılarınkini bastıran bağırışları var. arkada bir çiftin birbirini anlamamaya hasret kalmış dialogları var. onlara gözleriyle tecavüz ettikleri yetmemiş arsız asker gülüşleri var. çocuğunu darlayan otoriteer anne klişeleri var. vergi indiriminden yararlanılarak alınmış renaultların hırlamaları var.benim bu halimi görmeye alışık olmayan dost ünlemleri var. telefonunu açmayan sevgiliye hazırlanmış kızgın cümlelerin iç sesleri var.hayır diyemediğim için yanıma oturan ter(k)tiplerin soru baladları var. alışveriş poşetleriyle doldurulmuş bagajların kapanma efekti üzerine atılmış boş su bidonlarının soloları var. mr casio'nun yemek vaktini hatırlatan tiz sesi var.karargahtan duyulan ve beni ilgilendirmeyen anonslar var. seksi olmayan topuk tıkırtılarına karışmış kanat dinlendirenler kuşların akşam muhabbetleri var. artık yemeğe gitmem gerektiğini söyleyen karın konuşmalarım var.

müzik yok!

güneş-heybe

24 yaşımdayım ve bir orson Welles değilim. Yurttaşlık hislerim de sıfırın altında. Tersane işçilerinin aldığı promiller kadar sarhoşum uykusuzluktan ve de yorgunluktan. aklım paranoya devriyeleri atıyo bu aralar. sadece bunun için vaktim var başka bir şey için yok. kim olduğunu bildiğim ayak sesleri var karanlıkta ve kime ait olduğunu bilmediğim yaprak cilveleri. sivrisinekler dans ediyor rüzgar gıcırtısına ve bir şeftalinin tüyleri kadar kaşındırıyolar seni. sivrisinekleri kimse sevmez ve ben de sevmiyorum en az onlar kadar. soğuk bir eylül yağmurunda olmalarına anlam veremiyorum bir türlü. karışık ve yağlı yemek kokuları yükseliyor boş bir işçi masasından; proleteryadan çok uzak. bense göl bozmasına vuran tersane ışığı refakatinde ve metal yığınları arasında kaybolan uykularımı arıyorum, tilki uykusunda göz cimnastiği yapıyorum.....
sonra kendi sorduğum bilmecelerin bilinmeyeni oluyorum, cevabı sivrisinek vızıltısında arıyorum. beynim özgürlük şınavları çekerken "şınav" kelimesini ilk kez yazıya döktüğümü fark ediyorum ve acaba yanlış mı yazdım diye tereddüte düşüyorum. sonradan sevmeye başladığım bir herifin sırtında bunları yazıyorum.

22.09.11

element-liman...

başlayalı 10 dakika oldu. "Güvenlik bölük komutanlığı erlerinden mükellef er taylan özgür akçam, 00.00 - 02.04 D kapı nöbetçisiyim, nöbetimde vukaat yoktur komutanım." en azından şimdilik...
Bir ses duydum. sonra iki karartı uzaktan yavaş yavaş focus puller ayaaarı yapar gibi netleşerek bana doğru yaklaştı. Tokyay'la Baysal: Devriyeler. 15- 20 dakika durdulaar. Biraz sohbet ettik, sonra netliklerini kaybederek uzaklaştılar. Solumda bir yol vaar. Çoğunlukla boş. Arkadan arada bir irkilmeme sebep olan jeneratör ya da soğutucu olduğunu düşündüğüm bir zamazingonun motor sesi gidip geliyor. yoldan tek tük arabalar geçiyor. yazdığım her cümleden sonra etrafa bakıyorum. yine baktım. 2 gündür yeşil sahalarda fütursuzca koşuyorum. Bir 3. sünü kaldırabilecek durumda değilim sanırım. Bu yazıyı bir sokak lambasının ışığında yazıyorum. Hafiften de üşüyorum. Bir anda aklıma 317 Şeref geliyor. Onu Mahmut hocanın verdiği paltoyla lambanın altında ders çalışırken görüyorum. Bu sırada yoldan bir bisiklet geçiyor. 2 kişi var. Biri direksiyona oturmuş
diğeri de bu normalmiş gibi pedalları çeviriyo. Bir ses daha... kaaarşı tarafta bir nöbetçi daha olduğunu fark ediyorum. Tellerin arkasında yarın süpüreceğim yapraları tekmeliyor ve onu fark etmeme sebep oluyor. arkamdaki zamazingo yine çalışmaya başlıyo. o çalışırken sürekli telefon çalışıyomuş hissi uyandırıyor bende ve sinirimi bozuyor....
saat 3'ü 20 geçiyo. İlk nöbetim hızlı geçiyo gibi geliyo. İlk 15 dakikada üst üste gelen artçılarla gözlerimi yaşartan esnemeler yerinin sivrisinek ölümlerine bırakıyor. zamazingo yine çalışıyor. ilk nöbetimde silahımın olmadığını fark ediyorum. "come as you are" şarkısın anımsıyorum hatta söylemye başlıyorum. " no i don't have a gun"...dın dın dın dın dın dın dın.... ve şarkıyı tüm silahsız nöbetçilerin şarkısı ilan ediyorum. tam tarihi atacakken bir eylül gecesinde birilirinin doğum gününü kaçırdığımı hissediyorum. Unuttuğum doğum günlerinin pişmanlığı kadar üşüyorum.

10.09.11