19 Ağustos 2010 Perşembe

Monte Carlo Kontu


Ben küçükken babam hep monte carlo içerdi. Bana da karizma gelirdi hep. İsminden ötürü herhalde. Evde kimseler yokken; eskiden sadece misafir geldiğinde kullanılan, kocaman vitrinli ve hep saygı duyulması gereken kasvetli amcalar misali misafir odamızdaki porselen kutunun içinde olurdu o sigaralardan. Sadece monte carlo da değil. Maltepe, samsun, tekel 2000… nadir de olsa gelen misafirden kalmış olması muhtemel parlament de olurdu… Sigaralardan alıp yakardım bir tane. Hem de aynanın karşısına geçip. Niye bilmiyorum ama sigara içince büyük hissederdim kendimi. O saygı duyulması gereken kasvetli amcalara ettiğim bir küfür, çektiğim bi siktir gibi gelirdi sigara içmek. Odayı, gizli gizli şokella kaşıklayan bir çocuk gibi kullanmak, yasakları çiğnemek o kadar zevkliydi ve o kadar güvende hissettiriyodu ki, uzun bir süre devam ettim bunu yapmaya. Ta ki o porselen kutunun içindeki sigaralar yerini bozulmuş veya gazı bitmiş çakmaklara bırakana kadar.
Babam monte carlo içmeye devam etti ama. Devam ederken de idrak edebildiğim ilk promosyon kampanyalarından biriyle tanıştım. 30 paket Monte carlo paketi getirene, o dönemdeki en popüler isimlerin kasetleri hediye ediliyordu. Hem de 4 tane. Biriktirme işini benle ablam üstlenmiştik tabii. Bu tür görevler hep bizimdi. Hatırlıyorum da, aybaşında paraları sayacakmış kadar çok heyecanlanmıştık. Şu kadar kaldı bu kadar kaldı diye. Hatta çabuk biriktirelim diye sokakta bulduğumuz monte carlo paketlerini getirmiş olmamız da pek muhtemeldir. Babamın baca gibi olmasına ilk kez o kadar sevinmişimdir ki kısa sürede topladık paketleri ve gönderdik gerekli adrese. Kesin o adres de hayvanların dostu, hepsi sever onu Hugo ve yaşlanmayan Tolga Abinin adresi (Mecidiyeköy) gibi çok çekici gelmiştir bana. Neyse kasetlerimiz sonunda geldi… 4 tane… Sertab Lal, Kenan Doğulu Yakarım Roma’yı, Mustafa Sandal Suç Bende ve adını hiçbir zaman hatırlayamadığım diğeri. 3’ü de güzel albümlerdi. Hatta Lal en iyisiydi. Babam da çok dinlerdi Lal’i o sözüm ona misafir odasında yalnız başına takılıp pipo içtiği akşamlarda. Ben de yanına oturur susardım, pipo kokusu bi acayip gelirdi.
Okula geç kaldığım bir sabahı hatırlıyorum. Uyandım, babam evde. Ama niyeyse beni kaldırmamış. Gittim yanına. Sabah sabah piposunu yakmış, lal albümünü o boombox’lara benzeyen ve çoğu zaman Joan Baez ya da Zülfü söyleyen emektar teybe takmış, bacak bacak üstüne atmış… Niye kaldırmadın diye sorcaktım, cevap alamıyacağımdan korkup vazgeçtim. Geç kaldım dedim. Bir sonraki derse gidersin dedi. Bir sonraki derse gittim ben de.
Şimdi ne zaman Monte Carlo içen birini görsem, geç kaldığım o acayip sabah geliyo aklıma. Bi türlü sevemediğim misafir odası, içinde garip kokulu piposuyla babam, emektar teyp ve onun içindeki Sertab…

10 Ağustos 2010 Salı

...

Yeni açılmış, buz gibi 250 ml’lik cam şişe kola kadar çekici, 5 biradan sonraki midye kadar vazgeçilmezdi. Sabah uyandığında kahvaltıda en sevdiğin şeyin olması kadar güzel, akşama evde anne patatesinin olduğunu bilmek kadar doyurucuydu. Arkadaşlarla gidilen okul gezileri dönüşü kadar hüzünlü, haftada bir banyo yapılan Pazar akşamları kadar çaresizdi. Gittiği doğum gününde ilk kez tanıştığı çocuk sayısının fazlalığı kadar utangaç, arkadaşını ispiyonlamak zorunda kalmış bir çocuk kadar da mahçuptu. Karne hediyesinin, kendisininkinden daha güzel olduğunu gören çocuk kadar kıskançtı da. Onca sese rağmen düğünde iki sandalyeyi birleştirip uyuyuveren çocuk kadar umarsız, geometri sorularında 3,14 yerine 3 alınan pi sayısı kadar kendi değildi. Bir arabaya sıkışmış 5 adam kadar çirkin, bilgisayarla beraber otomatik olarak açılan msn hesapları kadar rutin ve bilmem kaçıncı defa yeni giydiği çorabı banyoda ıslanmış kadar bezgindi.

Gitme diyemediği için pişman olmuş aşıklar kadar da “aşıktı”…