1 Kasım 2020 Pazar

Her Zaman Güzel Değilsin

İlkokula ya 1 ya 2 gün geç başlamıştım. Niye olduğunu hatırlıyorum. Annemin en iyi sınıfa düşmem için belirlediği bi' taktikti. Sonuçta 5 sene aynı öğretmenle okuyacaktık. Önemliydi. İşe yaradı, en iyi sınıfa düştüm. 1-A. İçeri girdim. Ders başlayalı olmuştu. Öğretmen, bu da yeni arkadaşınız diyip ismimi söyledi. Beklemediğim bir şekilde alkışladı tüm sınıf. Sonra, o kısa süre ayakta kaldığımda seçtiğim yüzlerden birinin yanına oturdum. Yüzünde doğum lekesi vardı! İlk sıra arkadaşımdan biraz korkmuştum. Sonraları iyi arkadaş olduk. Benden iyi futbol oynardı. Benden daha zekiydi. Ama yakındık tabi, burun farkıyla geçerdi beni. Çok fazla sınıf maçı yaptık. Çok maç kazandık aynı takımda. Evlerimize de gittik geldik. Ona bir gün "Hula" adlı bir cipsten ikram etmiştim bize geldiğinde. Çok kalmamıştı, ödevi bitirince gitmişti. Daha fazla kal diye ısrar etmiştim. Biraz daha kalsa bi şeyler değişir miydi? Zaman bükülür müydü? Bilmiyorum. Babasını, annesini, kardeşini çok net hatırlıyorum. Hiç küfür etmezdi. "Dünyanın en iyi insanı" diye başkalarına anlattığınız insanlar vardır illa ki, bilirsiniz işte. Onlardandı. Yazısı çirkindi. Kalemi yamuk tutar, harfleri bi garip yazardı. Gözümün önüne geliyo yazısı, tarif edemem ama net görebiliyorum şu anda. Peki niye yamuktu yazısı? Alın yazısı böyle olacağı için mi? Ya da "yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde yaşamak için doğmuşum" diyen şairi haklı çıkarmak için mi? Bilmiyorum. Yıllardır görmüyodum. Şimdi görüyorum; eşi ve 2 yaşındaki dünya tatlısı çocuğuyla birlikte göçük altında kalmış, ardında bıraktığı mutlu aile fotoğrafını görüyorum. Ve kahroluyorum. İlkokuldaki ilk sıra arkadaşımı kaybettim. O her şeyini kaybetti. Ailesini düşünemiyorum. İçimde bi korku, garip bi his, tarif edemiyorum... Her geçen gün, sevdiklerimi kaybetmekten daha çok korkuyorum.

28 Mart 2020 Cumartesi

Ölmek üzerine

Köklerinin olduğu yerde yaşamalı insan. Kopmamalı.
İyi hissettiği ve hissettirdiği insanlarla olmalı. Kucaklaşmalı.
Hem ailesiyle hem de seçebildiği ailesiyle yaşamalı.
Paylaşmalı, sevmeli, büyümeli, büyütmeli.
Öyle uzaklara gitmemeli.

Ve en sonunda da sevdiklerinin yanında ölmeli insan.

Bir gün öleceğimi hissedersem bir kedi gibi ve sevdiklerimin yanında değilsem eğer; kuytu bir köşede sessiz sedasız ölmek yerine son gücümle koşarım sevdiklerimin yanına.
Başka yerde ölmek istemem.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Hiçliğin anatomisi


Çaresizliği gördüm. Herkesin yüzünde.
Tesadüfen ayakta kalan bedenlerimizin içi boşaldı.
Anlamsızlaştı yine yaşamak. Nefes almak, düşünmek, yazmak...
Hepsine koca bi sıfır, hepsi “0”.

Hiçliğin tam ortasındayız. İç sesler gözyaşlarımızı tetikliyo.
Kimse kimsenin yüzüne bakamıyo. Birbirinden çaresiz gözler boşluklar arıyo sabitlenmek için. Zaman bekliyo sanki. Yavaşlıyo.
Bi deniz kıyısında denize bakmayı hayal ediyosun her şeyden uzak. Baska bi şey kaldıracak miden yok gibi.
Kalbini çıkar, beynini çıkar... at denize.
Dalgalar sürüklesin bilmediğin bi yere.
Sadece ruhun kalsın geride.
Zaten bi tek o var elimizde.
Sonra da hiç bi şey yokmuş gibi normale dönmeyi bekle. Bakışlarını al boşluktan. Normale dönmek zorunda olmak mı, yoksa dönmek mi daha fazla "hiç"?


Bilmiyorum ki hiç...

13 Temmuz 2016 Çarşamba

25 Şubat 2016 Perşembe

Babam ve Apo amcanın bizi gezmeye götürdüğü günler vardı.
Kırmızı bi reno’nun içinde
3 çocuk çook mutlu olurduk o gezmelerde.
Ablam, ben, Çisem.
Haftanın bi günüydü sadece.
Ama hep aynı günü.
Sonra o günler geçti.
Bugünler geldi.
Ama bugünlere Apo amca gelemedi.  
O günler hep Perşembe’ydi.
Pazartesi’ye en uzak.
Cuma’ya en yakın.
Ne güzel gün di mi Perşembe?
Akşama yemekte anne patatesi ve köftesi olduğunu bilmek gibi.
Ya da okul gezisine çıkmadan önce odada kiminle kalıcağını düşünmek gibi.
Tatilin ilk gününde odaya eşyalarını bırakmak,
cipsten çok içinden çıkan tasoya yükselmek gibi.
Hiçbir günde yok Perşembe’nin havası.
Mesela Cuma’nın acelesi, Cumartesi’nin ne yapsak’ı var. Pazar’ın yarın Pazartesi’si, Pazartesi’nin başlı başına kendisi, Salı’nın sallanması, Çarşamba’nın arada kalması… 
Hepsinin bi derdi var.
Ama Perşembe’ler öyle mi?
Dertsiz, tasasız, çekilişsiz, kurasız.
Bana kalsa her gün Perşembe olsun.
Hatta en kötü günümüz Perşembe gibi olsun.
Konuştuğun, seviştiğin, buluştuğun... 
Herkes Perşembe gibi olsun.

Bugün Perşembe.
Perşembe’yi sev, Perşembe gibi ol.

Perşembeler hep güzel.

23 Nisan 2015 Perşembe

Oyun


Fenerbahçe yatırımcısına yüzde 3 kazandırmıştı ve Hacıosman metrosunun gelmesine 3 dakika vardı. Bugün 23 Nisan’dı. Ve yıllardır olduğu gibi yine yağmur yağıyordu. Son senelerden farklı olmayarak ben yine çalışıyordum. Modern zamanlarda 23 Nisan zordu. Hala kendimi çocuk gibi hissettiğimden çocuk işçi olmak daha da zordu. Büyümeyi ne zaman kabullenirdi insan bilmiyorum ama ben sürekli çocuk olarak başlayacağım yeni bi oyunun içinde buluyodum kendimi. Oyunlar heyecanlıydı, güzeldi, zevk vermesi pek muhtemeldi. E tabii ama riskliydi. Kazanırsan iyiydi. Çocuklar kaybetmeyi sevmezdi. Ben de sevmezdim her çocuk gibi. Ama oyundan da kaçamazdım. Varsa bi oyun ihtimali minik avuçların içine mum dikmek üzere parmağını daldıran ilk ben olurdum.

Küçüklüğümün 23 Nisanlarında yağmur yağmasıyla, büyüdüğümü sandığım zamanların 23 nisanlarında işe giderken hissettiğim aynıydı. Yağmur da iş de, aynı oyunu yarım bıraktırıyodu. 
Ne kadar büyüsen de bi rahat bırakmıcaklardı.


Bugün 23 nisandı, oyun yine yarım kalmıştı.

7 Ocak 2014 Salı

aşk 90 dakika



Maharet çok sevmek değil sistemli sevmekmiş. 90 dakikaya yayarak sev beni. İlk yarı bitti diye bitirme sevgini. 

30 Ocak 2013 Çarşamba

son kağıt

Her şey sona erdiğinde yazacak kağıdımız kalmamıştı. Hepimiz yalnızdık kediler gibi. Kediler bizi tedirgin ederdi. Kuşlar da içimizi rahatlatırdı. Tam da bu yüzden kediler kuşları pek sevmezdi. İnsanlık kaybetmişti. Her şeyini. Çatışmanın doğasına yenilmişti. Doğayı katletmiş, tüm nefesleri kesmiş ve betondan tanrılar yapmışlardı. Puta tapanları haklı çıkardılar böylece. Duyguları makineye atıyolardı. İlkinde çıkmazsa ikinci yıkamada işlem tamamdı. Tertemiz, pür-i pak, Ayşe Teyze cart. Daha fazla makineye ihtiyaç olduğunu söylediler sonra. Ürettiler. Çok fazla ürettiler. Tüketeceklerini unutmuşcasına ürettiler. Fabrikalarca, nesillerce, insanlarca... Ve sonra tüketmeye başladılar. Ağaçlarca, insanlarca, evrenlerce... Nesillerce tükettiler ve en sonunda nesilleri tükettiler. Dönüp arkalarına baktılar. Kalanları da tükettiler. Her şey tükenince tek kişi kaldı dünya üzerinde. Arkasına baktı. Pişmandı. Yeryüzünde kalan son kağıt parçasına bunları yazdı.

"gitmek" kadar özgür...

Kim bilir kaç kez geçtin bu yollardan? Ama artık lüks bir özgürlük sevinci, küçük bir çocuğun gözlerinde bıraktığı pahalı oyuncağın büyüsü gibi. Uzun zamandır bu kadar özgür hissetmedin kendini. Uzun zamandır denize, hareket ettiğinde bakarken bulmadın kendini. Hareket edemiyosun çoğu zaman. Ettiklerinse temel yaşam aerobikleri... O kadar sıkıcısın yani. Gözünde büyüttüğün ederler, şimdi keyfine harcadığın giderler oldu. Özlüyosun vakit geçirdiğinde seni mutlu edenleri. Saklıyosun çoğu zaman içindeki denizi. "Gitmek" kadar özgür olmak istiyosun. Biri kanat çırpıyo sessizce. Sen de sessizliğinle kalıyosun halinden memnunmuş gibi. Nefes almak istiyosun ilk defa alıyomuşcasına. Üstünde biraz rutubet, biraz nem, biraz da çakma parfüm kokusu. Kimin labaratuvarında test edildi, hangi fen sınıfının deney tüplerinde pişirildi kim bilir. Yol çizgilerinin umrunda değil belli ki. Onlar da çaresiz senin gibi. Rutinlikten. Ardışık sayılar gibi koşturuyolar durmadan. Seni belki bi yerlere götürüyolar ama kendileri hep orda kalıyolar. Mesela 7 hep 7. Yanına biri gelince kişiliğini kaybediyo sanki. Yetmiyo işte sadece olmak 7. Karşında oturmak zorunda kaldığın 57 no'lu yolcu gibi tekinsiz. Şüphelenmeye başlayabilirsin. Deniz bile yer değiştirdi. Solda ömrünü geçirmek istediğin bir fotoğraf karesi. Sevgiliye alınmış puzzle'daki veranda misali huzurlu. Ama huzuru bozanlar var tabii ki. Severdin çocukları oysa, çocukken herkes böyleydi senin dediğin gibi. Tahammül edemediğin onu bu hale getiren annesi sanki. Etrafında 100 yıl sonra da olması muhtemel futbol muhabbetleri ve çocuğa laf anlatıcam derken çocuktan fazla gevezeleşen yetişkin sesleri... 2. Dünya Savaşı'nı konu alan filmlerin vazgeçilmezi bekleme salonları ve bekçi düdüğünün acelesi... Neyse ki içerdesin. Şimdilik acelen yok gibi. Güneş batmak için senden izin istese keşke. Sen de izin vermesen, bekletsen. Eski bi dost varken seninle konuşmak istiyorum desen. Sağda gizli bi özgürlük var sanki. Muhtemelen fazla uzağa gitmemiş olmalı ormanların hakimi.

10 Eylül 2012 Pazartesi

yoğun bakışlarım...

İnsanlar niye sessize almazlar ki telefonlarını? Özellikle hastanedeyken... O kadar boktan melodiler duydum ki son 24 saat icinde, kendimi 90'larin modifiye edilmis flashlarinda cengiz kurtoglu kasedinin b yuzunu defalarca dinlemis gibi hissediyorum. (neden b yüzü bilmiyorum) Öyle arabeskim. Öyle bi bıçkınlık, leşlik var zihnimde. Kırmızı tuborg tenekelerinin dibinden dökülen sıcak biralarla yüzümü yıkamışım sanki. Daha fazla kafa yapsın diye de kül dökmeyi ihmal etmemişim. bir dostun deyimiyle klasik bir berdan mardini vakası. Bu işitsel kirlilik yetmezmiş gibi kokular da cabası... Burun direklerimden dönüyo havasız kalmış ayakların ortaları, dönenleri de tamamlıyor aforizmalar avm'sinde fink atan teyze naraları. Yorgunum; doktor bıçak, düşman böbrek, kurşun kurban, kalp sinek ve portakal acı... İçimde raks ediyo yoğun bakımınn evhamlı yakarışları...

30 Ağustos 2012 Perşembe

Büyütme!

Metroya binmemekle hata etmiştim ve yol gözümde çoktan çoluk çocuğa karışmıştı. Neyseki elimdeki paslı demiri misafirlikten eden boş bi koltuğa 2 kadını görmezden gelerek atlamıştım. Ağustosta olmaması gereken esintiler, neodorant adını verdiğim ter kokusunda kaybolmus esansları burnuma çalıyordu. Maç günleri toplu taşıma araçlarını kullanmamak konusunda kendime verdiğim sözü yine tutmadığımı çubuklunun ruhuyla değil kokusuyla anımsadım. Anne kucağında yolculuk yapmaya alışık bi çocuk yine yerinde duramıyo, pembe terliklerini seri hareketlerle sağ bacağıma vuruyordu. Allahtan pencere kenarındaydım. Tozlu camın izin verdiği kadarıyla istanbul trafiğine müşkülpesent bakışlar atıyordum. Küçücük bir susamla bir saray yapılabileceğini gördüm sonra. Bi an duraksadım istanbul trafiğiyle birlikte. Daha önce sokak yaptıklarını da görmüştüm, niye saşırdım ki şimdi diye söylendim kendi kendime. Her şeyi yapıyolardı ki artık. Her şeyi büyütebiliyolardı. Hatta şehri o kadar büyütmüşlerdi ki ay’ı görmek imkansızdı. Dünyanın başka neresinde vardır böyle bi manzara diye merak ettim! Ben merak ededurayım yol kendine gelmiş, açılmıştı. Uykusunu almış olmanın verdiği enerjiyle akıyordu. Benim uykum gelmişti bu sefer de. Başta gözümde büyüyen yol bitiyordu artık. İnmek üzereyken "onlar büyütür de sen büyütme, büyü" dedim. Esnerken bir damla düştü beni çağıran uykudan. Uyandım.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Çok (harca az) Yaşa!

Gündüzleri reklamcı geceleri insandık. Ve insanken daha cok uyumayı tercih ediyorduk. Çünkü uyutulmaya alıştırılmıştık. İnsanlıktan reklamcılığa geçiş bazen bir lastik, bazen bir demir ya da su aracılığıyla oluyodu. Yaklaşık 35 dakikalik işlem sonunda hafta içi her sabah aynıydı. İnsanları hayal kurmaya değil kurutmaya teşvik ediyoduk. Ama onların bundan haberleri yok gibiydi. Daha fazla harca daha az yaşaydı felsefemiz. Ne kadar çok harcarlarsa o kadar çok azalıyordu hayalleri. Sene boyunca onlara yaptıklarımız için 2 haftalığına ödüllendirirlerdi bizi üstelik. Az gelirdi de doymazdık. Çünkü asıl hakettiğimizin ceza olduğunu unuturduk çoğu zaman. Cezanın kendisi bizdik, hatta cezanın somürgesiydik. Allah cezamızı versindi zaten ama çoğumuz ateisttik.

20 Ocak 2012 Cuma

"piano piano rütbesiz"

eskisine nazaran daha sıcak bir kulübede oturuyosun. güneş dün muazzam biçimde yağmış karı eritmeye devam ediyor. şanslısın ki; yıllar sonra kar topu oynayabilecek bi yerdesin ve sana eşlik edecek arkadaşların var. gün sayıyosun artık. kaçtı? 4 mü 5 mi? galiba 4 buçuktan 5. dün var bugün yok karları gibi erittin günleri sen de. şimdi şaşırıyosun biraz. "bitiyo galiba" diyosun sevinçle ve inanamayarak. hala nöbet tutuyo olman biraz canını sıkıyo. neyse ki birkaç gündür gece nöbetin yok. en azından uykunun sıcaklığını gecenin soğuğuna emanet etmek zorunda kalmıyosun. ama yine de yetmiyo bu uyku sana. birkaç gün öncesine kadar daha azıyla yetiniyodun oysa. yorgunsun belli ki. 150 küsür gündür buralarda olmanın bi yansıması olmaması imkansız. ancak aydın'a gidip kafanı dinleyince atıcaksın o yorgunluğu üzerinden. 2 hafta. dinlenmek için hiç fena sayılmaz. bi de çalıştığın sektörü baz alırsan yaz tatiline çıkan okullu çocuklar gibi sevinebilirsin bu tatile. (neyi gösterip neye razı etmişler seni, sen düşün) hem sizin oralarda hava güzeldir de şimdi. gelecekten umutlu güneşler açar genelde kış da olsa. senin de gelecekten umutlu bi havan var zaten şu anda. mutlu olabileceğin zamanları tasavvur edebiliyosun kafanda. arkadaşlarla yapılan doğa yürüyüşleri, annelerle gidilen piknikler, babalarla yakılan mangallar, sevgiliyle çıkılan seyir tepeleri... cittaslow dedikleri küçük ve sevimli beldelerde yapılmış organik kahvaltılardan, gün batımında içilen aromalı ev şaraplarına ve bol oksijenli ada uykularına kadar pastoral dokunuşlarla ehlileştirilmiş bir sakinlik seninkisi. yani biraz "huzur" sadece... hakettiğini düşünüyosun bütün bunları. seni tanıyanlar da aynı şekilde düşünüyodur diye de düşünüyosun....

çıplak ayaklarını ısrarlı bir şekilde toprağa basıyosun, sonra çimlere uzanıyosun, gökyüzünde tekrardan yağmaya başlayan karı görüyosun ve tebessümlerine düşen buz tanelerinden kardan adam yapmaya karar veriyosun. galiba yavaş yavaş askerliğini bitiriyosun...

17.01.2012

5 Ocak 2012 Perşembe

ben, albay ve çocukluğum...

yağlı gravürlerle dolu michelangelo turuncusu bir yelek ben denize düşersem diye üzerimdeydi ve zaten geçmeyen nöbet dakikalarımı ve bedenimi daha da ağırlaştırıyordu. gerçek hayatta bir türlü rastlayamadığımız şu ajanlar kek kalıplarına sıkışmış amerikan filmlerinde yine suikastleri engelliyor, 6 yaşına yeni basmış bir çocuk da birkaç sene sonrasında beyzbol takımında oynamanın hayallerini pişiriyordu. bense çocukluğuma damgasını vurmuş ninja kaplumbağaların pizza sipariş ettiğini sandığım logar kapağının üzerindeki su birikintisinde ayağımla vurduğum taşları kaydırıyordum. çizgi filmlerle devam ettim sonra. tom ve jerry'nin eve hapsolmuş sitcom tadındaki bölümleriyle değil de, dış mekanlarda çekilen ve tom'un kafasına tonlarca ağırlıktaki demirlerin düştüğü bölümlerle... hani tom'un birkaç adım attıktan sonra havada olduğunu anlayıp, seyirciye bakıp yere düşerken çaresizce el salladığı bölümlerle... işte ben de tam olarak o çizgi film seti gibi olan ve her an herkesin başına bir şeyler düşmesi muhtemel bir yerdeydim. eğer burada çekmek isteselerdi bölümü sevimliliği arkasına sığınmış jerry'yi yakalamasında yardım ederdim tom'a. şikeciydi zaten jerry. hep kazanacağını bilirdik. o da road runner gibiydi. bik bik ötmezdi ama o. road runner da yakalanması en zor çizgi film kahramanıydı herhalde. coyote onu yakalamak için ne pahalı prodüksiyonlara girmişti. acme ürünlerinin alem-i cihanını sipariş etmişti de hiçbiri işe yaramamıştı. elimde olsa ona da yardım ederdim. maddi manevi hem de. tam ben bu iyi niyetli satırları karalarken, insaniyet satırlarına hiç aşina olmayan albayın meymenetsiz suratını gördüm yaklaşık 15 metreden. defterimi hemen cebime sıkıştırdım. adeta havada yürüdüğümü ilk adımda farketmiş ve düşmekten son anda kurtulmuştum. o tonluk demirlerden birini kafama düşürecek kadar sert bakışlar çocukluğumun çizgilerini silivermişti bir anda. sanırım albay bozuntusuydu çocukların topunu kesen amca da. adam akıllı canımı sıkmıştı pezevenk herif. çocukluğumu da alıp gitti sonra. gitsin de ne olursa olsun gitsindi zaten. ben yeniden dönerdim çocukluğuma. netekim döndüm de. bu sefer daha kalın çizgilerle hem de. haftasonu çizgi filmleri izlemek ve kumandayı ablamdan kapmak için erken kalkışlarımı, annemin yufka almam için beni mandıraya gönderişlerini ve benim her seferinde hız rekoru kırma deneyişlerimi, babamın geç kalkmasına rağmen yaptığı peynirli yumurtadan hep daha fazla yeme isteğimi, o sırada misafir odasından seslenen zülfü'yü, sonrasında da sokağa fütursuzca fırlayışımı hatırladım.

tüm bunların olduğu bütün haftasonu sabahlarını özledim yüzümde tatlı bir hüzünle. sonra döndüm o sabahlardan çok uzak kalmış bir günde gökyüzüne ve "bitsin artık şu askerlik" dedim.

04.01.2012

mutlu yıllar içimizdeki şeytan!

ne boktan bir başlangıç... yeni yılın ilk günü karanlık bir şehir gibi çöküyor üstüme. ne güzel başlamıştı oysa tam 1 sene öncesinde. daha fazla geç kalmamam gerektiğini fısıldayan bir dürtü ile uyanıp, ilk uçağa atlamış, başkentin soğukluğunda beni ısıtmasını umduğum gözlerin sahibine koşmuştum. iyi ki de koşmuştum. o heyecanı iliklerime kadar hissetmiş, onu görmenin hazzını doruklarda yaşamıştım ve ısınmıştım. ama şimdi üşüyordum. gece bir türlü geçmek bilmeyen yeni yılın ilk nöbetinin ardından uyuyup uyanmış, yarım yamalak bir kahvaltı ve soğuk bir traşla tekrar nöbete gelmiştim. yağmur liverpool'daki liman işçilerini ıslatıyormuşcasına çok uzaklarda yağıyordu. ben de o "çok uzaklarda" olmak istiyordum artık. yetmişti burada geçirdiğim zaman. alıp başımı gitmeyi, gerçek anlamda özgür olmayı hayal ediyordum. geçen sene bugün yaptığım şeyi yapmak istiyodum deliler gibi. ama bu sefer zincirlerim vardı. yeni yapılmış ıslak bir nöbet kulübesinden dışarı çıkamıyodu hayallerim. onlar da üşüyodu. ben ayaklarımı bile ısıtamazken aklımı nasıl ısıtacaktım ki zaten? oturup üşümekten başka çarem yoktu. o kulübenin içindekilerden ibarettim. yeni yılın ilk sabahı kendimi bu kadar güçsüz ve savunmasız hissedeceğimi nerden bilebilirdim. eski gücümü geri istiyodum. bunun için biraz cesur olmak lazımdı. ama benim kimseye "mutlu yıllar" diyecek cesaretim bile kalmamıştı. mutsuzluğun piyangosu yine bana vurmuştu. ikramiyeyi de yarı yarıya paylaşmıştık başkentteki bir talihliyle. oysa ikimize de amortiden çıkma küçük bir mutluluk yeter de artardı. hiç bulaşmasaydık keşke şu şans oyunlarına. hiç kanmasaydık şu içimizdeki şeytana. olan olmuştu ama. şeytanın bu sene ne giyeceği bilinmezdi fakat mesaiye erken başladığı söylenebilirdi ilk günün son satırlarında...

01.01.2012

31 Aralık 2011 Cumartesi

adam, kadın ve sigara...

adamın ayakları 10'u 10 geçiyodu, kadınınkilerse tam 12'ydi. aralarındaki saat farkından mıdır bilinmez konuşmak için doğru zamanı bir türlü yakalayamamışlardı. kadının çamaşır suyuna alışık olmayan burnu, soğuk havayı kırmaya çalışan sigara dumanını teneffüs ediyordu. adam kadını; az önce yaktığı sigarasının neden rastgele ve alelacele alındığını tahmin etmişcesine süzüyordu. kadın sigarasını, acısını bastırmak ve tek başınalığını anlamlı kılmak için içtiğini farkında değilmiş gibi yapıyordu. üzgündü kadın ve bir paket sigarayı ucu ucuna ekleyererk içecek kadar da kızgın. elinde olsaydı aklından geçen yüze basıverecekti hepsini. o isteği anladı adam ve o yüzü hayal etti kadınla birlikte. kadının gözlerindeki büyüyüp küçülmelerden diğer adamın yalancı ve yakışıklı olduğunu anladı önce. neyse der gibi baş çevirmesinden de yaptığı hataları sürekli tekrarladığını ve kadının bunları hep içine attığını. ardında da suçu kendinde arayışını...sevmişti ve yenilmişti kadın. "keşke bir galip aramasaydı şu ikili ilişkiler" diye geçirdi adam içinden ve kadını düşünmeyi bırakıp kendi yenilgilerinde bellek taraması yapmaya başladı. o güne kadar onu evine eli boş gönderen elleri tuttu, gözlere baktı, saçları kokladı bir kez daha. hepsine okkalı bir küfür savurmak yerine neyse der gibi başını çevirdi o da kadın gibi. gözlerinin kapalı olduğunu, kadın bir nefes daha çekince fark etti adam. sonra yüzünde ani bir tebessüm belirdi gözlerinin içini de güldüren. anlamıştı kadın. o da adamla birlikte hayal etmiş ve olan biten ne varsa "boşver" demişti. birbirlerinin teselli ikramiyesi olmuştu ki tebessümleri; yoldan feryad figan geçen ambulansın sesiyle irkildiler. acele ile ecele giden ve atasözünü haklı çıkaran vasıtayı herkesin yaptığı gibi, gözden kayboluncaya kadar izlediler. sonra bakışları aynı şeritte kesişti. ikisi de saate bakma dürtüsüyle kollarını kaldırdılar. saat 1.12'ydi. ne zamandır burada olduklarını düşündüler ama bilemediler. sadece tek sigaralık zamanları olmuştu ve hiç konuşmamışlardı. ama çokça anlaşmışlardı. kadının gözünden bir damla yaş düştü. sigarası sönmüştü artık.

adamın ayakları o'nu 10 geçiyordu, kadınınkilerse tam o'nikiydi. geç kalmışlardı, birbirlerine...

writer's cut

oysa kadının sigarasını aceleyle ve rastgele alması o kadar da masum temeller atmamıştı. adamın kadının gözlerinde gördüğü acıdan daha çok pişmanlıktı. hayal ettiği yüze basmak istediği sigaralar değil de savurduğu bıçak darbelerinin belleğinde bıraktığı flash back'lerdi. kadın cinayeti 10'u 10 geçe işlemişti ve oraya geldiğinde saat tam 12'ydi. zaman durmuştu kadın için. ta ki ambulans çığlıklarını duyduğu 1.12'ye kadar. ondan önce de tek bir sigaralık vakit geçirmişti adamla. idam mahkumunun son isteğini yerine getirdiğini bilmiyordu adam. kadının az önce geçen ambulansla bir ilişkisi olduğunu nereden bilebilirdi ki...

28.12.2011

25 Aralık 2011 Pazar

uykusuzdum ve garson korhan abay'a benziyordu...

garson korhan abay'a benziyodu, karşımdaki kadın da teyzemin 15 sene sonraki haline. trendeydim. bira yerine kahve içiyordum. hastalığım henüz geçmemişti. ilaçlarımı yanıma almış eskişehir'e doğru yola çıkmıştım. yazılarımın olmazsa olmazı güneş solda yükseliyor ve tüm samimiyetiyle iyi bir hafta geçireceğimi söylüyordu. ağaçlar dilsiz kalmış, yapraklar kış uykusuna yatmıştı. yeşillikler arasında tek başına kalmış şirin ev, bacasından tüten dumanla makiniste selam duruyor, sırtını döndüğü için gizemli bir hal almış olan kadın, clint eastwood ışığında yüzünün ipuçlarını veriyordu. etrafa bakınmayı sürdüren ben yazının devamı için kullanacağım kelime ve cümleler arıyordum. aradıklarım tuzlukta da olabilirdi, ekmek sepetinde de, ray restoranın fiyat listesinde de... her an her saniye binlerce kelime geçiyordu etrafımdan ama ben göremiyordum. üstüne yol yapılmayı bekleyen demir yığınları güneş ışınlarını kırıyordu. ben de kendime uyumak için yol yapıyor, erken kalktığımı ve hastalığımdan ötürü yorgun olduğumu anımsatıyordum. üst üste esnemelerle de ısrarcı olduğumu kanıtlıyordum. derken kanıtlara kayıtsız kalamadım ve kalkma zamanımın geldiğini düşünüp korhan abay'a benzeyen garsondan hesabı istedim. hesap geldi, bahşiş yerine esnemelerimi ve yorgunluklarımı bıraktım. garson: "gerek yoktu, aynılarından bende de var" deyince şaşırdım. gerçekten uykusuz ve yorgun olmalıydım. paltomu giydim. 4. perona doğru ilerledim. geçerken garsona: "benimkiler seninkileri döver ama" dedim. cevap vermedi. içimden "bi de verseydin" dedim ve gittim. aklımda kalan garson görseli hala korhan abay'a benziyordu. bundan sonra garsonlar da benim için ikiye ayrılıyordu; korhan abay'a benzeyenler ve korhan abay'a benzemeyenler...

16.12.11

ben, kendim ve sevgilim...

şimdi, şu anda, yatağında uzanmış güneşin girdiği camlara bakarak birkaç gün sonrasını hayal ediyosun. üzerinde hastalığından kalma yorgan ve uzun süre yatmaktan peydah olmuş bel ağrısı... yanında hastalık kokusu sinmiş boş pet şişeleri, 2 gündür soyulmayı bekleyen sabırlı mandalin ve okumaya başlamadan önce daha iyi çıkacağını umduğun bir kitap. 20 kişilik koğuşta tek başınasın ve kapı üzerine kilitli. Bu yüzden hayallerinin bir süre yalnız gezebileceğini bilmek sana huzur veriyor. tam o sırada hayallerin kargodan ayakkabılarını alıyo ve trene binmek için yola koyuluyor. hangi tren olduğu önemli değil çünkü trene binmek sana huzur veriyor. biniyosun ve doğruca yemekli vagona gidiyosun. seni bayağıdır bekleyen 50'liklerin açılmasını emrediyosun. tren kalkarken sen de elindekini kaldırıyosun ve çok özlenmiş bi oh çekiyosun. etrafı izlerken yansıyan camda yüzünün güldüğünü fark ediyosun. güldüğünü görünce daha çok gülüyosun. gülücüklerin raydan çıkmadan akşamı düşlemeye başlıyosun. onunlasın, sevgilinle... ona sarılıyosun, onunla uyuyosun ve gerçekten huzur dolusun. kurduğun hayaller çok basit eylemlerden oluşuyor olabilir. ama o kadar çok özlemişsin ki bu basitlik sana normal geliyor. sarılmak ve uyumak. bu kadar net, saf ve bu kadar yalın. sonra iki biranın verdiği mutlulukla koltuğuna dönüyosun. koltuğu iyice yatırıp gözlerini kapatıyosun. açtığında kendini yine koğuşta buluyosun. kapı hala kilitli. düşlerine kimsenin ortak olmadığını görüp rahatlıyosun. içinde birikmiş bi gaz sancısı, camda bugünlük bu kadar dediğin hayal kırıntıları ve istirahatinin bitmesine 40 dakika kaldığını söyleyen mr. casio ile birlikte oradasın. 20 kişilik koğuşta tek başına... o an için tek gerçekliğin o olduğunu anlıyosun, gelecek geçmişten daha iyidir deyip kendi avuntularında başrolü kapıyosun.

15.12.11

doğa için yaz...

4-6 nöbetçisiyim. saat 4'ü 6 geçerken yanımdan da vardiyesi bitmiş tersane işçileri geçiyo. sıcak yataklarına gidip uyuyacakları için onları kıskanıyorum. nöbeti devraldığım nöbetçiler de yataklarına gidiyo. onları da kıskanıyorum. aklımda epica ödülü almış işler var, onları da kıskanmadan edemiyorum. yanımda hitler'e benzeyen bir miyav var. tüylerini ve patilerini yalıyor. bu yüzden onu kıskanmıyorum. hitler'e benzemesi de bu kararımda etkili oluyo. içerde uyuklayan nöbetçi subay var. hayatı boyunca yediği küfürlerin çokluğu nedeniyle onu da kıskanmıyorum. kimse o kadar küfür yemek istemez. paslanmış olsa da işe yarayan bisikletler nemli asfaltta dinleniyor. kime ait oldukları çok da önemli değil bi havaları var. umursamazlar. dinlendikleri, umursamaz oldukları ve kime ait olduklarını önemsemedikleri için onları da kıskanıyorum. neden sonra kime ait olduğumuzu düşünmeye başlıyorum. hayatımızı hep bir şeylere ait olarak geçiriyoruz diyorum. bir insana, nesneye, takıma, belki tanrıya, renge, kine, ideolojiye, markaya, paraya, özellikle paraya... sonra çalışmaya, uyumaya, gezmeye, müzik dinlemeye, alışveriş yapmaya, film izlemeye, içmeye, yemeye, sevmeye, ölmeye... yani aklın ve kavramların hegemonyasında mutlak bir oligarşi oluyo yaşamak dediğimiz şey. ait sahip paradoksunda med cezirler cehennemi. hayat işte. en sonunda o mu seni kovuyor yoksa sen mi hayattan istifa ediyosun? hayatverenin hep sana bunu sorgulatıyor. oysa sen, seni olduğun gibi kabullenecek birini arıyosun. tam o sırada kafanı kaldırıyosun. senin geldiğin toprağın kokusunu duyuyosun, aldığın nefesin emekçisini görerek. tenine vuran hafif rüzgarı şiddetle hissediyosun. mutlu bi oh çekiyosun. evrenini ruhu ve dili onlar diyosun. salt senken onlarla aynı dili konuşabileceğini fark ediyosun. sen; olduğun gibi, çıplaksın. toprağa karışmak istiyosun ve doğayı seviyosun. en çok da onu kıskanıyosun...

7.12.11

1 Aralık 2011 Perşembe

benim hala siesta'larım var...

saçlarım uzamıştı, berbere gitmemiştim. gitseydim billy bob thornton kılıklı bir herifin saçımı kesme ihtimali %50'ydi. bulutlar gökyüzünde adım atacak yer bırakmamış, tam hava pres uygulamıştı. baskı sonuç verirse bir ahmak olabilirdim. turuncudan kırmızıya raks eden alarm akbank'dan çok coca cola kırmızısıydı. moulen rouge, spielberg, sin city ya da heidi yanağı kırmızısı da olabilirdi. kasımın sonlarıydı ve kadımda aşk başka değildi. ama kasımda başka olmayan aşk da kırmızıydı. Red sox'un en son ne zaman şampiyon olduğunu bilmiyordum. zaten beyzbolla bir alakam da yoktu. hiç beyzbol sopam olmamıştı. sopası olanlar, yeniden yorumladıkları oyunda önce abayı sonra sopayı gösterdiklerinden bizim oralarda beyzbol oynamak biraz tehlikeliydi. eldiven belki yoktu ama topun olmadığı kesindi. bu yüzden amerikalı yazarların çocukluğuna inemediğim de kesindi. komutanların gazetelerini bisikletle dağıtmamıştım zaten. bisikletim yoktu. komutanların da gazeteleri alıcak köpekleri yoktu. bir amerikan sabahından çok ispanyol sabahının izleri vardı. hava güneşliydi, pazartesiydi, ve aklıma javier bardem gelmişti. işsizdim, umursamazdım, rahattım. ama dilediğim gibi bira içemiyordum. (ispanyol meyhanesinde değildim) sakallarımı da uzatamıyordum. geleceğin parçalı bulutlu havası henüz üstüme çökmemişti. bir ispanyol rahatlığıyla aklımı siestaya almış muson yağmurlarını erteliyordum. gelecek kaygılarımı taa taş devrinde bırakmıştım. oysa onlar yontma taş devrine çoktan geçmiş, şekillenmiş ve büyümüşlerdi. savaş yakındı ve kaçınılmazdı. artık bir beyzbol sopası edinmeli ve savaşa hazırlanmalıydım. karşılamam gereken bir sürü atış vardı. ispanya'nın güneşli sabahları yerinin vahşi ve sevimsiz amerika sabahlarına bırakmak üzereydi. benim aklım hala siesta'daydı...

28.11.2011

20 Kasım 2011 Pazar

güncel...

deniz anaları çin'in iş gücünü tehdit edecek kadar fazlaydı ve bu durumdan tedirgin olan pasifiğin tüyleri diken dikendi. Wall street işgalinden hemen sonraydı, deniz güneşi yüzüme tutuyordu dersle alakası olmayan çocuğun saatiyle yaptığı gibi. Haftasonuydu. o çocuk muhtemelen çizgi film izlemek yerine yine derse giriyordu. ve dersle yine alakası yoktu. (olmasındı) kendini yine evde unutmuştu. (unutsundu) oysa işgalcilerin ve depremzedelerin kendilerini unutacak bir evleri yoktu. bazılarının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığı gibi kadının adı hala yoktu, şiddeti çoktu. cani kocaların iyi hal indirimi almasından heveslenenler bu fırsatı kaçırmayacaklardı ve "yüzde 99" onlar da iyi halden yararlanacaktı. N.Ç artık 21 yaşındaydı. adalet bakanı istifa etmemişti. yök başkanı da etmemişti. van valisi niye etsindi? biber gazları ve coplar henüz tükenmemişti. ekonomik kriz bizi teğet geçmişti, ama "kalp krizi" geçmemişti. hopa'da bir emekliyi hayattan emekli etmişti. Hrant hala yerdeydi, ayakkabısı hala delikti. kurşun adres sormuştu, onlar da söylemişlerdi. golü atan belliydi, asist yapan anonimdi. anonime alışık halk edebiyatına "festus okey" değildi. kimse onun için üzülmezdi. o kimseyi "üzmez"di. bir çocuk masumdu, sonra kirlendi. şimdi aklı nasıl dersinde olsundu. afili bir filintanın dediği gibi "devrim ihtimaldi, güzeldi". biz mi? biz hala Dersim'izi alamamıştık. almaya da niyetimiz yoktu, kendimizi evde unutmak hoştu...

19.11.2011

kiss kiss bank bank!

kasım ayına göre fazla cömertti güneş. belki de ayın ilk gününü kutluyordu. onun bu tavrını görmezden gelmek nankörlük olacağından paltomu çıkarıp bankın üzerine koydum bende. bankın tahtaları bile ısınmıştı. O da vidalarını çıkardı sırtından, koydu bir kenara. giderse güneş tekrardan takacaktı. ben de paltomu giyecektim tabii. anlaşıvermiştik bankla. beraber hareket ediyorduk, oysa hiç konuşmamıştık. bankları severdim. birlikte yatmışlığımız, içmişliğimiz, ağlamışlığımız vardı. seni bazen çok iyi anlarlardı ve en önemlisi de beklerlerdi. sen yalnız geldiğinde daha bir sevinirdi banklar. yanında biriyle geldiğinde unutuverirdin çünkü onu. bir hal hatır sormadan kalkıp giderdin yanından. içerlemezdi, kin tutmazdı o, "yine gelir" derdi. yine gelirdin sende. yalnız. belki birilerinin seni terkettiğini söylerdin, ya da o anlardı sen sustuğunda. en derindeki dertlerine sondaj yapardın, en ağır küfürleri sıralardın. o susar, sakince dinlerdi. seni de sakinleştirirdi sonra.o zaman daha dingin kalırdın uzaklara bakarken. biraz da onun derdini dinleyeyim derdin. dinlerdin de. ve şaşırırdın bu kadar içinin kabardığına ama belli etmediğine. senden çok vardı, şaşırmamak lazımdı bu duruma. sen susardın - o zaten sakindi anlatırken de- ve birbirinizi anlayarak bakardınız güneşe. bulutlar keyfinize dur derken, sen paltonu, o da vidalarını takardı sırtına. bir daha görüşmek üzere ayrılırdınız tebessümle, şimdiden özleyerek...

1.11.2011

asri zaman çöpçüsü...

çarlık rusya'sında bir saray entrikasıyım, gizlice alınmış bir nizamülmülk kararıyım, dinmeyen bir hasan sabbah kiniyim, asla yarım kalmayan hayyam şarabıyım, akıllardan çıkmayacak bir şirin tebessümüyüm, çok canlar yakan terken hatun planıyım, adına rubailer yazılan cihan'ın gece çıplaklığıyım, şairin yarım bıraktığı şiirin ve de devrimin son tahliliyim, 1 dakikalık saygı duruşlarından sonraki uğultuyum, tek seferde kapanmayan kapıyım, pazartesi sanılan perşembeyim, ataçlı ilkokul defterinin kenar süsüyüm, bütün bunları okurken transatlantik sularında gömülenlere üzülen bir tek ben miyim?
ben; şafakları süpüren asri zaman çöpçüsü, gölcük tersanesinde mal bi muhafızım. boş silahla nöbet tutuyorum, retorik sorularla yazıyı bulmaya çalışıyorum. sanırım rahat askerlik yapıyorum...

10.11.2011

6 Kasım 2011 Pazar

ben pazartesi; nasılım?

şeker erimelerinde sabah kayboluşları... çayı karıştırırken dalıp giden insanlardan oldum iyice. gece boyu yağmurla sevişmiş toprak, bir pazartesi sabahına göre fazla güzel kokuyor. sevişme sonrası kıçımı koyacak yer bile bırakmamışlar. gerçekten ateşli bir gece olmuş. neyse ki birkaç parça uykusuzluk üzerinde kıçımı soğutabiliyorum şimdi. az önceki muhteşem sessizlğin esamesi henüz anaokulu sıralarında. iş makineleri ve arabalar insanlardan bile kaba. mutsuz evlerden sendrom sokaklarına hücum eden dertlere derman yok. genel anlamıyla pazartesi çok konuşuyor. bu yüzden sevilmediğini anlamak kolay. üstelik müşkülpesent bir kralcının şikayet hastalığı kadar gerekesiz ve sevimsiz. çok konuştuğu için kaybedenlerden. kaybedenler sevilmiştir oysa bu topraklarda. ben de kaybediyorum sanki; gürültücü bir pazartesi gibi görülüyorum sevgili tarafından. susayım bari diyorum ama hangi sesi bastıracağımı bilemiyorum. (gerçekten pazartesiyim) susmak için düşünmemek lazım diyorum ve aklımı gezintiye çıkarıyorum. kısa sürüyor pazartesi gezmesi. pazartesi gezmesi mi olurmuş diye kızıyorum kendime. kaçamıyorum bir türlü. sevgiliyi düşünmekten kaçmaya çalışmak, düşünmekten daha zor geliyo. kaçarken korkuyorum çünkü ve her seferinde de yakalanıyorum. en azından elindeyken korkmama gerek yok diyorum, çaresiz teslim oluyorum...

10.10.2011

şehir balık kokuyordu, ama balıklar yoktu...

güneşi ilk kez bu kadar çaresiz görüyorum. dolunay kisvesinde ışınlarını saklamış, ara ara kendini tedirgin bir şekilde gösterip kayboluyor. sanki bir suç işlemiş, suçu da ayın üstüne atıyomuş gibi. kimse bu saatte ayın olmıyacağını bilir halbuki. gerçekten insanlara çok uzak olduğunu kanıtlıyor güneş. onları kolayca kandıracağını düşünüyor. oysa insanlar kendilerini kandırmakla meşguller zaten. (asırlardır) balık tutuyorlar akıllarınca ve gerçekten de tutuluyorlar balıklar tarafından karınlarını doyurdukları için. oldukça ciddiler ki dalga yapanlara isyan ediyolar kısmetlerini kaçırdıklarından gerek. dalga yapanlarsa gerçeği biliyolar, o yüzden hiç umursamıyolar serzenişleri. daha fazla dalga yaparak uzaklaşıyolar, dalgaların sesi uzaktan hoş geliyor. martılar da bir tablo ya da fotoğraf karesine girmek için ordalar sanki. onlar da kandırıyolar balıkçıları. martılar en önemli ipucuydu halbuki burada balıkların olduğuna dair. yanlış iz sürmüş anlaşılan balıkçılar. onlar da güneş gibi amatörler. bu yüzden anlaşıyor olmalarını anlamak zor değil. zor olan güneşin ne zamandır yalan söylediğini anlamak. arka masadaki 700 yıldır çeneleri yoran muhabbet kadar eski mi mesela? ya da balıkçıların varlığı kadar. bilemiyoruz şimdilik. 150 metre sağdan habersizce geçen dostlar gibi saklanıyor gerçek ve başka şehirlere kaçıyor demirlerin soğukluğunda, başka dostlarla dolu eski bir şehre. kızdığımdan ya da üzüldüğümden değil sadece yalnız olduğumdan soruyorum bunları. güneş eski bir şehirde batarsa diye diyorum; "gerçeği ben biliyorum".

29.10.2011

29 Ekim 2011 Cumartesi

kaç!

kaç kişi daha cam buğusuna sevdiğinin ismini yazdı kalbin yanına
kaç çocuk üşüdü camların buğulandığı bu sisli havalarda
kaç kişi yollardan döndü sisli havaların görüş mesafesinde
kaç aşk mesafe tanımadı ve sırılsıklam oldu bu sonbahar yağmurlarında
kaç bank yalnız kaldı tanımadığı hayaller arasında
kaç hayal kırıldı bir ressamın tablosunda ve kaç sergiyi gezdi hüznün imzasıyla
kaç hüzün daha efkarlandı sigaranın dumanında
ve kaç kaç bitecek hayat bütün bu oldu bittinin arasında...

15-19.10.2011

içimde bi...

debisini hesaplayamadığım nehirlerde yüzüyor kelimelerim ve şelaleye doğru yaklaşıyor sürüklenerek. önüne geçen yok, itiraz eden ya da kurtarmaya çalışan yok. ama yine de aşağıya düşme sahnesinde kamera bir aksiyon filmi klişesinde bir bol köpüklü şelaleye, bir kelimelerimi taşıyan ilkel su taşıtına kesiyor. birazdan görkemli gondor ailesinin devasa heykelleri arasından süzülerek son cümlelerini kuracaklar için her geçen saniyenin önemi artıyor. sevdiklerime söylenecek son söz başına 1 saniye düşüyor. kötü değil. ama onların söyleyecekleri için vakit yok. işte bu kötü. en azından son sözü senin söylediğine sevinebilirsin eğer polyyanna ile bir kahve içmişliğin varsa.

sonunda düşüş başlıyor ve beklenenden daha kısa sürüyor. kişi başına düşen son söz sayısı piyasa beklentilerinin altında kalıyo ve yatırımcısını hayal kırıklığına uğratıyor. harfler suyun dibini boyluyor. başka nehirlerde başka hayatlara ait cümleler kurmak üzere tekrardan bir araya geliyor ve suya koyuluyor...

12.10.2011

kesik...

moralim bozuk, çarşım kesik, hele bir de sen yoksun ya çok yazık. işte bu. bugünün özeti aslında. sinirlerim ne zmandır ilk kez gün ışığı görüyor. hiç çekilmez bir silüetle hem de. aynaya bakmaya bile sabrım yok. değil kimseyi görmek kendimi bile görmek istemiyorum. deve kuşlarını daha iyi anlıyorum. ama onlar gibi korkmuyorum. aksine cesaret haplarını ardı ardına atmış gibi saldıracak yer arıyorum. öfkemi kusacak kağıt bir de kalem arıyordum. neyse ki onlar şimdi var. harfleri kum taneleri gibi okyanusa dökmek istiyorum. okyanusları dolduracak kadar yazmak istiyorum, durmadan. doldurduktan sonra uzak doğuda bir keşişle çin seddi'ni kum tanelerinden yapmayı planlıyorum. 1,5 milyar kum tanesi yeter mi diye soruyorum; zaman dolu bakışlarda cevabı arıyorum. karpuz kabuğundan gemiler yapan adamdan cesaret alıyorum. içimde gasper noe crononberg ikilisi, şiddet pornografisini bitmek bilmeyen jimmy jib şovlarıyla sürdürüyor.önce yangın yazısının y harfli tüpüyle çocuk seslerini bastırıyorum. kerpetenle 3 haftadır ağrıyan dişimi söküyorum. kimse görmesin diye kanlı meftayı beze sarmayı ihmal etmiyorum ve denize sallıyorum. sonra kendimi bir fransız home party sine atıyorum. uçkur peşinde üç kuruşa aldığım viskiden yudumluyorum.sarhoşluğun denizaltılarında mürettebatı yalnız bırakıp ıslak bir uykuya dalıyorum. uyanıyorum. kokusu burnuma çekilen ezogelin çorbası üzerinde domates kabuğundan çaldığı çavuş rütbeleriyle beni bekliyor.daha fazla bekletmiyorum ve tüm açlığını bavbasına olan kızgınlığıyla bastırmış çocuğa inat, kaşığımı zurnacı düşmanına teslim olmuş çorbaya daldırıyorum. sıcaklık ancak mart ayının güneşi kadar doğruyu söyleyebiliyor. dibi gelmiş saç, asetona hasret tırnak kıvamında. bir amerikalı umursamazlığıyla bir süre seyrediyorum sonra da güzelce mideye indiriyorum. Aptalım. ama karnım doyuyor.muhtmelen son günlerde sosyal medyada en çok konuşulan "aç kal, budala kal" sözünü anımsıyorum. mahkeme soğuğunu yemiş daktilo samimiyetsizliğindeki taziye ilanları gözüme çarpıyor yalnız ve güzel radikal'de. kimsenin tanımadığı, dünyaya faydası var mı yok mu bilinmez birinin ilanı hem de. dünyayı değiştirmiş birinin ölümü var bir de. bir bilişim firması olsam diyorum; bir taziye ilanı da ben öçıkardım gazeteye " dünyamızı değiştirdiğin için teşekkürler" sadece bu. belki de çıkmıştır birileri bir yerde de ben 11'den çıkarıldığını maç saatinde öğrenen bir oyuncu olduğum ve bu sistem içinde oynama(ma)k zorunda olduğum için görmemişimdir diyorum.
burada bir laf var onu da anımsamayı ihmal etmiyorum: "yapcaık bir şey yok, sistem acımasız"... ve ne zamandır izlemek isteyip de izleyemediğim moral bozukluğu ve 31 filminin hatırıma düşmesiyle kala kalıyorum.

08.10.2011

23 Ekim 2011 Pazar

"içimdeki deniz" vol 2

avuçlarında okyanus sesleri vardı öyle herkesin duyamadığı
ve ben senin gelmeyeceğin güvertelerde bekliyordum seni
dünyanın tüm denizlerini önüne dizmek istedim bir anda
belki onlar söyler senin söyleyemediklerini,
belki onlar anlar avuçlarındaki seslerin dilinden
ben de tüm güverteleri toplarım denizlerin karşısına
ve tüm verilmemiş cevapların bekleyişi son bulur poesiodun'un kıyılarında.

13.10.2011

14 Ekim 2011 Cuma

deneme 1-2

sinir katsayımı oyuna yansıtmasaydım belki kazanırdım diye geçirdim içimden ve yansıtmadığım zamanlarda da kazanamadığımı fark ettim. sıkılıyorum. hem de çok. sağır kalmış frankie wilde gibiyim. essaretin bedelini müzik temasıyla teeeekrar çekiyoruz sanki. serçelerin çitlediği çiğdemlerin sesi var. (bizden çok da farklı değiller
aynı sesi çıkarıyolar) dünyanın en sıkıcı meslekler sıralamasının demirbaşlarından kasiyerlerin günde 1 milyon kere duyduğu dıt sesi var. (dıt başına para alsalar hiç fena olmaz) uzaktaki özgür ve mutlu çocukların mızıkçılarınkini bastıran bağırışları var. arkada bir çiftin birbirini anlamamaya hasret kalmış dialogları var. onlara gözleriyle tecavüz ettikleri yetmemiş arsız asker gülüşleri var. çocuğunu darlayan otoriteer anne klişeleri var. vergi indiriminden yararlanılarak alınmış renaultların hırlamaları var.benim bu halimi görmeye alışık olmayan dost ünlemleri var. telefonunu açmayan sevgiliye hazırlanmış kızgın cümlelerin iç sesleri var.hayır diyemediğim için yanıma oturan ter(k)tiplerin soru baladları var. alışveriş poşetleriyle doldurulmuş bagajların kapanma efekti üzerine atılmış boş su bidonlarının soloları var. mr casio'nun yemek vaktini hatırlatan tiz sesi var.karargahtan duyulan ve beni ilgilendirmeyen anonslar var. seksi olmayan topuk tıkırtılarına karışmış kanat dinlendirenler kuşların akşam muhabbetleri var. artık yemeğe gitmem gerektiğini söyleyen karın konuşmalarım var.

müzik yok!

güneş-heybe

24 yaşımdayım ve bir orson Welles değilim. Yurttaşlık hislerim de sıfırın altında. Tersane işçilerinin aldığı promiller kadar sarhoşum uykusuzluktan ve de yorgunluktan. aklım paranoya devriyeleri atıyo bu aralar. sadece bunun için vaktim var başka bir şey için yok. kim olduğunu bildiğim ayak sesleri var karanlıkta ve kime ait olduğunu bilmediğim yaprak cilveleri. sivrisinekler dans ediyor rüzgar gıcırtısına ve bir şeftalinin tüyleri kadar kaşındırıyolar seni. sivrisinekleri kimse sevmez ve ben de sevmiyorum en az onlar kadar. soğuk bir eylül yağmurunda olmalarına anlam veremiyorum bir türlü. karışık ve yağlı yemek kokuları yükseliyor boş bir işçi masasından; proleteryadan çok uzak. bense göl bozmasına vuran tersane ışığı refakatinde ve metal yığınları arasında kaybolan uykularımı arıyorum, tilki uykusunda göz cimnastiği yapıyorum.....
sonra kendi sorduğum bilmecelerin bilinmeyeni oluyorum, cevabı sivrisinek vızıltısında arıyorum. beynim özgürlük şınavları çekerken "şınav" kelimesini ilk kez yazıya döktüğümü fark ediyorum ve acaba yanlış mı yazdım diye tereddüte düşüyorum. sonradan sevmeye başladığım bir herifin sırtında bunları yazıyorum.

22.09.11

element-liman...

başlayalı 10 dakika oldu. "Güvenlik bölük komutanlığı erlerinden mükellef er taylan özgür akçam, 00.00 - 02.04 D kapı nöbetçisiyim, nöbetimde vukaat yoktur komutanım." en azından şimdilik...
Bir ses duydum. sonra iki karartı uzaktan yavaş yavaş focus puller ayaaarı yapar gibi netleşerek bana doğru yaklaştı. Tokyay'la Baysal: Devriyeler. 15- 20 dakika durdulaar. Biraz sohbet ettik, sonra netliklerini kaybederek uzaklaştılar. Solumda bir yol vaar. Çoğunlukla boş. Arkadan arada bir irkilmeme sebep olan jeneratör ya da soğutucu olduğunu düşündüğüm bir zamazingonun motor sesi gidip geliyor. yoldan tek tük arabalar geçiyor. yazdığım her cümleden sonra etrafa bakıyorum. yine baktım. 2 gündür yeşil sahalarda fütursuzca koşuyorum. Bir 3. sünü kaldırabilecek durumda değilim sanırım. Bu yazıyı bir sokak lambasının ışığında yazıyorum. Hafiften de üşüyorum. Bir anda aklıma 317 Şeref geliyor. Onu Mahmut hocanın verdiği paltoyla lambanın altında ders çalışırken görüyorum. Bu sırada yoldan bir bisiklet geçiyor. 2 kişi var. Biri direksiyona oturmuş
diğeri de bu normalmiş gibi pedalları çeviriyo. Bir ses daha... kaaarşı tarafta bir nöbetçi daha olduğunu fark ediyorum. Tellerin arkasında yarın süpüreceğim yapraları tekmeliyor ve onu fark etmeme sebep oluyor. arkamdaki zamazingo yine çalışmaya başlıyo. o çalışırken sürekli telefon çalışıyomuş hissi uyandırıyor bende ve sinirimi bozuyor....
saat 3'ü 20 geçiyo. İlk nöbetim hızlı geçiyo gibi geliyo. İlk 15 dakikada üst üste gelen artçılarla gözlerimi yaşartan esnemeler yerinin sivrisinek ölümlerine bırakıyor. zamazingo yine çalışıyor. ilk nöbetimde silahımın olmadığını fark ediyorum. "come as you are" şarkısın anımsıyorum hatta söylemye başlıyorum. " no i don't have a gun"...dın dın dın dın dın dın dın.... ve şarkıyı tüm silahsız nöbetçilerin şarkısı ilan ediyorum. tam tarihi atacakken bir eylül gecesinde birilirinin doğum gününü kaçırdığımı hissediyorum. Unuttuğum doğum günlerinin pişmanlığı kadar üşüyorum.

10.09.11

3 Mayıs 2011 Salı

selam size nicola ve bart!



"Hayatım boyunca hiç suç işlemedim - hiç hırsızlık yapmadım, kimseyi öldürmedim, kan dökmedim ve suça karşı oldum ve yasaların ve kilisenin meşrulaştırdığı ve kutsadığı suçları ortadan kaldırmak için savaştım ve hatta kendimi feda ettim.

İşte söyleyeceklerim: Bir köpeğin ya da dünyanın en bayağı ve talihsiz yaratığı yılanın, benim suçsuz olduğum şeyler yüzünden çekmek zorunda kaldıklarımı yaşamalarını istemem. Bir radikal olduğum için bana acı çektiriyorlar ve gerçekten de bir radikalim; İtalyan olduğum için acı çektirdiler ve gerçekten de bir İtalyan'ım; kendimden çok ailem ve sevdiklerim uğruna acı çektim; fakat haklı olduğumdan bu kadar eminken beni sadece bir kez öldürebilirsiniz, ama beni iki kere idam edebilecek olsaydınız ve hayata iki kere daha gelebilseydim, şimdiye kadar ne yaptıysam aynısını yapmak için yaşardım."

bartolomeo vanzetti




Selam size Nikola ve Bart
Özgürlüğe inananlar
Her gün doğan güneşle biz
Sizle yola düşeriz
Siyah bulut çökecek, şafak ahmer; parlak soylu kentler düşecek,
tat vermez olacak kan revan vekatmer katmer çözülecek âlem-i makber.
Rençberler, işçiler, gettolar ve tam yerinde serseriler,
zibidiler, mülksüzler alem elinde yürür sokaklarında,
sökük kaldırım taşları, alt üst olmuş sıfatını tanımlar telaşları.
Genç yaşları, külleri savuran anka kuşları, efendilerin artık ödenmeyecek bâcları,
kanat çırpışları imler başlangıçları, göğe yükselmeseler de dikenlidir taçları!





bandista'ya teşekkürlerr...

tayfabandista.org

“Enter”nasyonel...

Banditleri dinleyerek reklamcılık oynamak biraz garip... Biraz kendini sorgulamak, biraz kapital içinde özgürleşmek gibi... her şeyi bırakıp koşma isteğinin klavyenin sınırlarında takılıp kalması gibi... hala gerçek özgürlüğün olduğuna inanan birilerinin olması ve hala onlardan biri olmadığına üzülmek gibi... notalar özgürken harflerin maden işçisi olarak çalışmak gibi... karanlık ve nefes alması zor gibi... ironilerle boca edilmiş dünyada bocalamak gibi... sükunetinin anlamlı olmasını istemek gibi... aslında benim bu işlerle hiç alakam yok demek istemek, diyememek ve diyemeyeceğini de bilmek gibi... Kendi doğanı inkar etmek, inkar ettiğini doğal görmek, doğal gördüğünü normalleştirmek gibi... paradoksları kabullenip çözümü ertelemek gibi...

Uyan!

Ne kadar özgürleşebilirsen işte... O kadar uyan!

2 Şubat 2011 Çarşamba

Başlığı sonra yazarım...

Diş fırçamı ajanstan bağcılara, sonrasında da mecidiyeköye götürüp, tekrar ajansa götürmeyi ertelediğim zamanlardayım... Tek yapmam gereken 3 saniyelik bir işlemle, diş fırçamı yaz hariç tüm aylarda giyebildiğim ceketimin iç cebine koymak halbuki. Aşırı uykumun geldiği zamanlarda rahatsız koltukta kıvranırken rahat yatağımın beni beklediği gibi, şehir değiştirmeme rağmen hala açamadığım kutularım da, 4. evinde açılma umuduyla yine beni bekliyor. Kutuların içlerinde ne olduğunu bile unuttum. Muhtemelen hepsi ıvır zıvır... Ama yine de atamıyo insan, çok değerli geliyo... 3 yıl boyunca sakladığım sevgilimin mesajları sarı renkli ve kısa süreli samimiyet arenası içinde kaybolduğunda anladım öyle şeylerin değerli olduğunu... Ama mesajların bir kısmı hala hafızamda, telefonun belleğine kaydederken defalarca okumak suretiyle kendi belleğime de kaydetmişim. Hatta oturup biraz düşünsem, çoğunu yazarım gibi geliyo.

Zar zor alabildiğim ehliyeti, sabahın 7’sinde 6 kişinin uyuduğu eve gayet cool bir şekilde giren hırsıza kaptırdıktan sonra tekrar çıkartmadım, ikametgahımı yeni taşındığım evime aldırmadım, yeni derken 5 ay oldu herhalde... Çörek sponsorluğundaki mp 3 playerım 1.5 senedir bozuk, ilk bozulduğunda 1 sene garanti süresi vardı. O bile bitti ama ben hala yaptıramadım... Hala şahsıma ait bi telefonum da yok, almayı da düşünmüyorum galiba...

Acaba sürekli bir şeyleri ertelemeyi durdurmalı mıyım? Bilmiyorum... Onu da bi ara düşünürüm...

31 Aralık 2010 Cuma

İçimdeki deniz...

Aroma voleybol liglerinden, dünyanın en iyi raketlerine, motor sporlarından beko basketbol ligine... kendimi bulma çabalarımdan, zoru görünce kaçışlarıma, eskileri pişirme inadımdan, sımsıcak bir palto hayaline... son lahzaları böyle geçti artçı kararsızlıklar yaşadığım bir yılın. Kendimi nasıl bir dünyada hayal ettiğimi hala bulamıyorum. Akışına bırakıp görmek en kolayı ama korkutması da kaçınılmaz.

Yalnızca daha güçlü yazmama yetmeyecek kadar güneş var klavyemin üstünde... o da biraz umut veriyor işte yeni kararsızlıklara doğru giderken...

16 Eylül 2010 Perşembe

hiç...

Birlikte büyüdüğüm varlığın mucizelere kalmış bedeni son nefeslerini verirken, ben bordo maviler arasında nefes almaya çalışıyorum…

19 Ağustos 2010 Perşembe

Monte Carlo Kontu


Ben küçükken babam hep monte carlo içerdi. Bana da karizma gelirdi hep. İsminden ötürü herhalde. Evde kimseler yokken; eskiden sadece misafir geldiğinde kullanılan, kocaman vitrinli ve hep saygı duyulması gereken kasvetli amcalar misali misafir odamızdaki porselen kutunun içinde olurdu o sigaralardan. Sadece monte carlo da değil. Maltepe, samsun, tekel 2000… nadir de olsa gelen misafirden kalmış olması muhtemel parlament de olurdu… Sigaralardan alıp yakardım bir tane. Hem de aynanın karşısına geçip. Niye bilmiyorum ama sigara içince büyük hissederdim kendimi. O saygı duyulması gereken kasvetli amcalara ettiğim bir küfür, çektiğim bi siktir gibi gelirdi sigara içmek. Odayı, gizli gizli şokella kaşıklayan bir çocuk gibi kullanmak, yasakları çiğnemek o kadar zevkliydi ve o kadar güvende hissettiriyodu ki, uzun bir süre devam ettim bunu yapmaya. Ta ki o porselen kutunun içindeki sigaralar yerini bozulmuş veya gazı bitmiş çakmaklara bırakana kadar.
Babam monte carlo içmeye devam etti ama. Devam ederken de idrak edebildiğim ilk promosyon kampanyalarından biriyle tanıştım. 30 paket Monte carlo paketi getirene, o dönemdeki en popüler isimlerin kasetleri hediye ediliyordu. Hem de 4 tane. Biriktirme işini benle ablam üstlenmiştik tabii. Bu tür görevler hep bizimdi. Hatırlıyorum da, aybaşında paraları sayacakmış kadar çok heyecanlanmıştık. Şu kadar kaldı bu kadar kaldı diye. Hatta çabuk biriktirelim diye sokakta bulduğumuz monte carlo paketlerini getirmiş olmamız da pek muhtemeldir. Babamın baca gibi olmasına ilk kez o kadar sevinmişimdir ki kısa sürede topladık paketleri ve gönderdik gerekli adrese. Kesin o adres de hayvanların dostu, hepsi sever onu Hugo ve yaşlanmayan Tolga Abinin adresi (Mecidiyeköy) gibi çok çekici gelmiştir bana. Neyse kasetlerimiz sonunda geldi… 4 tane… Sertab Lal, Kenan Doğulu Yakarım Roma’yı, Mustafa Sandal Suç Bende ve adını hiçbir zaman hatırlayamadığım diğeri. 3’ü de güzel albümlerdi. Hatta Lal en iyisiydi. Babam da çok dinlerdi Lal’i o sözüm ona misafir odasında yalnız başına takılıp pipo içtiği akşamlarda. Ben de yanına oturur susardım, pipo kokusu bi acayip gelirdi.
Okula geç kaldığım bir sabahı hatırlıyorum. Uyandım, babam evde. Ama niyeyse beni kaldırmamış. Gittim yanına. Sabah sabah piposunu yakmış, lal albümünü o boombox’lara benzeyen ve çoğu zaman Joan Baez ya da Zülfü söyleyen emektar teybe takmış, bacak bacak üstüne atmış… Niye kaldırmadın diye sorcaktım, cevap alamıyacağımdan korkup vazgeçtim. Geç kaldım dedim. Bir sonraki derse gidersin dedi. Bir sonraki derse gittim ben de.
Şimdi ne zaman Monte Carlo içen birini görsem, geç kaldığım o acayip sabah geliyo aklıma. Bi türlü sevemediğim misafir odası, içinde garip kokulu piposuyla babam, emektar teyp ve onun içindeki Sertab…